Yıl 1984. YAZKO’da, Franz Kafka’nın yüzüncü doğum yıldönümü nedeniyle YAZKO Çeviri’nin “Kafka Özel Sayısı”nı hazırlıyoruz. Dosya, matbaaya gitmek üzere. Son kontrolü yaparken, gözüme bir eksiklik çarpıyor. Kafka’nın günlüklerinden hiçbir şey koymamışız! Böyle bir yazar için özel sayı hazırlarken kendi tanıklıklarına yer vermemeyi içime sindiremiyorum. Hemen bir çevirmen bulmak gerek; Kafka’yı, günce notlarından uygun bir seçme yapabilecek kadar iyi bilen bir çevirmen…
Hemen Tezer Özlü’yü arıyorum. Yalvarıp yakardıktan sonra . “Ama bir daha Pazartesiye mutlaka elimde olmalı, baskı başlıyor çünkü…” Biraz bekledikten sonra : “Allah belanı versin senin!” diyerek telefonu kapatıyor. Bu : “Yetiştireceğim!” demek onun dilinde.
Yetiştiriyor. Ertesi Pazartesi öğlen saatlerinde YAZKO’da, karşımda. “Allah belanı versin senin! Zaten yarım aklım vardı, o da bir hafta geceli gündüzlü Kafka çevirmek yüzünden uçup gitti! Ama bak, bunu senin için değil, Kafka için yaptım ha!”
Çeviri de nefis, seçtikleri de.
Aradan otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş. Çoktandır Tezer de yok aramızda, YAZKO Çeviri de. Ama o zamandan bu yana o özel sayıyı ne zaman açsam, gözüm Günlükler’deki bazı satırlara, sanırım hep aynı satırlara takılır. Örneğin 19 Temmuz 1910 Pazar günü düşülen notlar – anlaşılan Kafka, o gün epey doluymuş : “Biz başkalarını, bizi de geçmişimiz ve geleceğimiz kavrıyor. Tembellik ettiğimiz sürenin hemen tümünü, çalıştığımız zamanın da önemli bir bölümünü geçmiş ve geleceği dengelemeye yeltenmekle geçirmiyor muyuz? Kapsam olarak geleceğin önceden belirlediği boyutu, geçmişin ağırlığı ile dengeliyoruz, sonunda ikisini birbirinden ayırmak olanaksız. İlk gençlik daha ileri yıllarda aydınlığa kavuşuyor, tıpkı gelecek gibi, ve geleceğin bitimi, sonu, tüm yürümemize karşın aslında yaşanmış ve bitmiş. Çember de böylece tamamlanmıştır, bizler bu çember boyunca ilerliyoruz. Çember bize ait, ama ancak onu tuttuğumuz sürece bize ait, bir kez kenara çekilecek olursak, herhangi bir biçimde kendi kendimizi unutarak kenara çekilecek olursak, derbederlikle, korkuyla, şaşkınlıkla, yorgunlukla, o an çemberin içindeki alanda yiter gideriz, o ana dek yalnızca zaman akımına girmiştik, şimdi ise geri çekiliriz, eski yılların yüzücüleri, şimdinin yaya gezicileri yitip gitmiştir. Yasa dışına itilmişizdir, kimse bunu bilmez ve bize gene de herkes yasa doğrultusunda davranır…”
Biraz sonra söylemek istediklerim açısından, yukarıdaki alıntıya bir de 21 Temmuz 1913 tarihli (gün adı verilmemiş) notu ekliyorum: “Çok yalnız kalmam gerek. Ne yapabildimse, yalnızlığımın başarısıdır…”
Franz Kafka’nın ‘programı’, hayatının epey erken dönemlerinden itibaren sanki bellidir. Gerçi kendisi, çok erken yaşta yakalandığı veremden dolayı, günlüklerinde gücünün ne kadar olduğunu anladığından ve o nedenle de bu gücü en çok hangi noktada toplaması gerektiğinden söz etmiştir ama, benin burada dile getirmek istediğim ‘programlama’, sadece bununla sınırlı değil. Ne demek istediğimi anlatmak için belki bir başka alıntı yapmamda yarar var. Ernst Fischer, Kafka üzerine kaleme aldığı ünlü denemesinin hemen başında şöyle der : “Yapılması gereken şey, Franz Kafka’yı aziz ilân edilmekten korumak; en az bunun kadar önemli bir iş de, Kafka’yı dogmatik aşırılıklara kayanlar karşısında savunmak. Bir aziz değildi Kafka, aziz olmanın çok ötesindeydi: Bir büyük yazardı. Eserleri de, bir çağın son modası olmanın çok ötesindedir; doğrudan dünya edebiyatıdır. Thomas Mann’ın deyişiyle, bu eserler ‘dünya edebiyatının en okunmaya değer ürünleri arasında’ yer alır.”
Burada sormamız gereken, şu : Kafka’nın eserleri, neden doğrudan dünya edebiyatıdır? Soruyu kendimce cevaplandırırken, bu işi ‘dünya edebiyatı’ kavramının yorumlarına girmeden yapmak niyetindeyim. Ve cevabım, şöyle olacak : Kafka, içine doğduğu, yaşamakta olduğu dünyayı daha erken yaşlarından itibaren eleştirel bir tutumla sorgularken, görünen ve sadece görünenler ile yetinenlerin o dönemde yaşanılan dünya diye nitelendirilen dünyanın, gerçek dünya ile ya da diyelim yaşanmakta olan dünyanın gerçek hali ile asla örtüşmediğinin bilincine varmıştı. Kafka’nın doğrudan bu bilinç durumundan kaynaklanan yazma eylemi, bu nedenle aslında bütün örtüleri kaldırmaya, bütün perdeleri açmaya yönelik bir eylemdi. Kafka, hakkında yazan kimilerinin yapmış oldukları vahim bir yanlıştan kendimizi korumak istersek eğer, aslında varolanın yerine ‘fantastik’ diye nitelendirilmesi gereken bir dünyayı kurgulamadı, fakat olan dünyayı olabildiğince nasıl ise, öyle temize çekmeye çalıştı – ve bunu başardı. Onunla aynı zamanı paylaşan kimileri, yazdıklarını dinlediklerinde veya okuduklarında, bunlara – her zaman ‘hezeyan’ sözcüğünü kullanmasalar bile ! – en azından ‘fantastik’, ‘gerçeküstücü’ vb. gibi yakıştırmalarda bulundular. Gelgelelim bütün o ‘fantastik’ denilen, ‘hezeyan’ diye nitelendirilen ‘kurmacalar’, Kafka’nın ölümünden en geç 20-30 yıl sonra insanlığın karşısına gerçek dünyanın ta kendisi olarak çıktı.
Kafka’nın eserleri, işte bu bakımdan dünya edebiyatıdır; başka deyişle Kafka, o eserlerde dünyayı kimsenin görmediği, fakat olan haliyle anlatabilmiş, anlatmış olduğu içindir ki, bir dünya edebiyatının da yaratıcısıdır. Bunu yapmak için zengin simgelere başvurmuş olması, onu ‘fantastik’ ya da ‘gerçeküstücü’ kılmaz. Kafka, eserleriyle, yaşadığı gerçekliğin ne üstündedir ne de altındadır : O gerçekliğin ta kendisidir. Onun kullandığı simgeler, şifre dizileri değil, fakat hayata sadece bakmakla yetinmeyip, onu görmesini de bilen, bunu yapmak cesaretini gösterebilenler için öğrenilmesi hiç de zor olmayan bir alfabenin harfleridir. O harfler bir defa öğrenildikten sonra okunacak metinler, dünyanın aynadaki görünümlerinden başka bir şey değildir.
Kafka, sanatın ve edebiyatın asal görevini cevaplar bulmak değil, fakat ortaya yeni sorular atmak diye tanımlamıştı. Ortalığı cevaplara boğmak, kısa zamanda her şey için mevcut cevaplarla yetinmek gibi edilginlik kaynağı bir tutuma da yol açabilir. Oysa sürekli yeni sorularla boğuşmak, aslında gerçek anlamda yaşamanın ta kendisidir, çünkü yaşamak dediğimiz eylem – çoğu defa yanlış olarak bunun tersine inanılsa, inanmak yeğlense bile! - , bir hazır-cevaptan öteki hazır-cevaba sıçrayarak yürüyebileceğimiz bir yol değil, fakat çoğunlukla önceden asla kestirilemeyecek soruların cevabını ancak kendi başımıza bulmaya hazır olduğumuz takdirde önümüzde açılacak bir kapılar bütünüdür.
Bu yüzdendir ki Kafka’nın eserleri – hem de, hiç biri! – kafamızdaki herhangi bir soruya verilmiş bir cevabı içermez; ama, doğru okuyabilirsek eğer, bize kendi sorularımıza kendi cevaplarımızı bulabilmemiz için gerekli donanımı sağlayabilir.
Yazımın başında sözünü ettiğim “Kafka Özel Sayısı”nda, “Günümüz Gerçekliği ve Kafka” başlıklı bir soruşturmaya da yer vermiştik. O soruşturma için Adalet Ağaoğlu’nun yazmış olduğu yazıdan, yukarıdaki soru-cevap meselesiyle ilgili gördüğüm bazı yerleri alıntılamak istiyorum:
“Kendimizi bilinçli bir insan olarak görebiliriz. Ama durmadan, zamanla, koşullarla birlikte değişen gerçek karşısında ışığı ne kadar kör kalan bir bilinçtir bu! Bununla birlikte sürdürebiliriz: Gerçeğin yüzünü her zaman, hiç sektirmeden ‘yakalayabileceğimizi’ hemen şimdi, yeni bir gerçeğin başka bir yüzünü daha görebileceğimizi / gördüğümüzü öne sürebiliriz. Yine de, belli koşullarda, belli bir olgu karşısında yaşadığımız aydınlanma anına dek, kendimizle ilgili bilgilerimiz gibi, dış dünya ile ilgili bilgilerimiz de soyut bilgilerdir. Yeni bir aydınlanma anının yaşanmasına yardımcı, ama ancak o anın yaşanmasıyla canlılık kazanan, doğrulanan, hayata, kimi kez de yaratıya geçen bilgilerdir bunlar. Canlanmadan, yaratıya geçmeden (ya da yaşamda denetlenmeden) birer bilgi olup olmadıkları bile kuşku götürür…Bir sabah uyandığımızda kendimizi yatağımızda bir böcek olarak görebildiğimiz zaman, ancak o gün böcek olmadığımızı haykıracağız herhalde…”
Yazımın başında, günlüklerinden yaptığım alıntıda Kafka, hayatımızın ilk dönemlerine egemen olan bir çabadan, geçmiş ile geleceği dengeleme çabasından söz ettikten sonra, şöyle diyordu : “Çember de böylece tamamlanmıştır, bizler bu çember boyunca ilerliyoruz…” Hayat, bu yapısıyla bir çemberdir Kafka’ya göre; ama bu, ne ölçüde bizim de olabilen bir çemberdir ? “Çember bize ait, ama ancak onu tuttuğumuz sürece bize ait, bir kez kenara çekilecek olursak, herhangi bir biçimde kendi kendimizi unutarak kenara çekilecek olursak, derbederlikle, korkuyla, şaşkınlıkla, yorgunlukla, o an çemberin içindeki alanda yiter gideriz, o ana dek yalnızca zaman akımına girmiştik, şimdi ise geri çekiliriz…”
“Nasılsa benim artık…” diyerek bir defa elimizden bıraktığımızda, bizim olmaktan çıkıverecek bir çember, tıpkı “Dava”da, “Şato”da, “Dönüşüm”de tasvir edilen çemberler gibi. Elimizden bıraktığımızda, sadece onun hâlâ bizim olduğu şeklindeki trajik yanılgıyla baş başa kalırız!