Geçenlerde İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde (İZDOB) Kanlı Nigâr müzikalini izledim. Müziği, oyunculuğu, sahneye koyuluşu ile gerçekten çok güzeldi. Zaten Cem İdiz’in besteleri her zaman belirli bir düzeyin üstünde olur. Anımsatmak gerekirse 1 Mayıs 1977’ye Ağıt ve Nazım Hikmet Şarkıları’nın da bestecisi. Ayrıca Bilim ve Sanat dergisinin yazı kurulundaydı.
Ancak benim asıl dikkatimi çeken müzikalin metni oldu. Biliyorsunuz, Kanlı Nigâr Karagöz külliyatında yer alan bir öykü. Anonim metinde Nigâr bir randevuevi işleten bir kadın olmasına karşın müzikalde öyle değildi; burada Nigâr, toplumun ayrıştırıcı yargılarına “Hayatım benden sorulur, senden değil.” diyerek karşı çıkıyordu. Metin yazarı Özlem Belkıs olunca aslında bunu beklemeliydim çünkü kendisi kadın sorunuyla ilgili kitapları olan, lisansüstü düzeyde “Tiyatro ve Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları” ve “Feminist Eleştiri” dersleri veren bir akademisyen. Böyle bakınca öykünün feminist bir okumasıyla karşılaşmak şaşırtıcı olmamalıydı.
Yine de klasik Kanlı Nigâr metni olarak en çok kullanıldığını düşündüğüm Sadık Şendil senaryosunu tekrar okudum. Yanılmamışım, Nigâr’ı şöyle tanımlıyor Şendil: “Kanlı Nigâr İstanbul’un namlı alüftelerinden (iffetsiz kadın) bir afet-i devran, bir ateş-i suzan, on parmağında on melanet bir fettan, yani o zamanın büyük yosması.” Nigâr’ın sözleri de ilginçtir: “Hiç kimse Kanlı Nigâr olmak istemez; hiçbir kız, büyüsem de kötü kadın olsam demez. Her genç kızın hayalinde namuslu bir koca ve patiska perdeleri mis gibi sabun kokan bir evcik yaşar.” Şimdi nerede bu Nigâr, nerede “Hayatım benden sorulur, senden değil.” diyen Nigâr?
Kanlı Nigâr, kadının fendi yani kadının hilesi söylemi üzerine kurulmuştur. Elbette Belkıs’ın söylediği gibi kadının hakkını arayacağı, özgürce yaşayacağı koşulları bulunmadığı için hilelere başvurmak zorunda kalmış ve anonim öykülerdeki kadın tipi de böyle oluşmuştur. O zaman bu durumu değiştirmek gerekir ama nasıl? Sanırım önce işin kökenine bakmak gerekiyor.
-Kanlı Nigâr. Cem İdiz, İZDOB yay. 2019. Gişede 5 TL.
-Kanlı Nigâr. Sadık Şendil, Mitos Boyut Yay.,2011. Etiket fiyatı 18 TL.
Sharon Smith’in çok okunduğunu gördüğüm Kadınlar ve Sosyalizm kitabı iyi bir başlangıç olabilir. Smith’in ilk bölümlerinde bolca Engels’i kaynak göstererek yazdığı kitabında ilkel komünal toplumda cins ayrımının olmadığını, herkesin üretim sürecine eşit olarak katıldığını ayrıntılı bir biçimde ele alıyor. Sınıflı topluma geçilmesi, ki bu kentleşmeyle neredeyse eş zamanlıdır, aynı zamanda erkek egemen toplumu da beraberinde getirir. Kadınlar da toplumun yeniden üreticileri olarak ailelerine hapsolurlar ve üretimden koparılırlar. Bu insanlık tarihinde ilk kez kadınların doğum yapabilme yetisinin onları üretimden uzaklaştırmasıdır. Değişim önce mülk sahibi ailelerde, sonrasında da tüm toplumda gerçekleşir. Yani sınıfsal ayrımla cins ayrımı neredeyse eş zamanlı ama bütünüyle aynı dinamik nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında “çözüm sosyalizmde” söylemi doğru gibi durmaktadır. Ancak pek çok feminist, kadınlara uygulanan baskının kökeninin sınıflı toplumlara dayandığını söyleyen bu Marksist yaklaşıma, baskıyı sistematik bir biçimde sınıf meselesine tabi kılmanın mücadeleyi zaafa uğrattığı gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. İlk sınıflı toplumlardaki bir anlamda “zorunlu” ayrımcılığın bugün teknolojinin ilerlemesine koşut olarak temellerinin ortadan kalkmış olması bu karşı çıkışı haklı kılmaktadır.
-Kadınlar ve Sosyalizm.Sharon Smith. Yordam Kitap, çev.: Etkin Bilen Eratalay, etiket fiyatı 18 TL.
Nasrettin Hoca gibi her iki tarafa da “Haklısın.” demiş gibi oluyorum ama bence konuya tıpkı milliyetçilikte olduğu gibi bakmak gerekiyor. Demek istediğim, örneğin kapitalizmin ilk aşamalarında, ortak bir pazar etrafında örgütlenebilmek için önce milliyet kavramı sonra da milliyetçilik gelişmişti. O dönem için bu zorunluydu ve ilericiydi. Ancak sonrasında “pazar” ulusal sınırları aştığında hatta “küreselleşme” ile ekonomik anlamda karşıtlığının üretilmesi gerekmesine, yani ekonomik açıdan gereksizleşmesine karşın halen milliyetçi ayrımcılık sürüyor. Neden? Bence hem insanların eşit olmadığı düşüncesinin yeniden üretiminde iyi bir araç olduğu için hem de kendisini ayrıcalıklı tarafta görerek diğerinin ötekileştirilmesine, yani daha doğru bir ifadeyle eşitsizliğin teorik ve pratik olarak sürmesine hizmet ettiği için. Bu her türlü ayrımcılıkta, bu arada cinsiyet ayrımcılığında da, geçerlidir. Sanırım hangi toplum biçimi olursa olsun egemen gücün bir diğerine mirasıdır bu.
Şimdi bu durumda ekonomik temelleri zaten ortadan kalkan bir sorunu, ekonomik temelleri kökten değiştirecek bir sisteme (sosyalizm) ertelemenin bir anlamı yok. Elbette gerçek eşitliğe gidecek yol sosyalizm ile başlayacak olsa bile gerek cinsiyet eşitsizliğine gerek milliyetçiliğe gerek ırkçılığa vebütün yapay ayrımlara karşı mücadele şimdiden ve sosyalizm için mücadele etmek istemeyenlerle beraber yapılmalıdır. Üstelik bu mücadelenin sosyalizmden sonra da süreceğini bilerek. Bu sosyalizme giden yolu kısaltacağı gibi sosyalist sistemin de güvencesi olacaktır. Bu mücadeleler verilmezse sosyalizm olmaz, bu mücadeleler biterse sosyalizm ileri gidemez; yüzyıllardır süregelen bir düşüncenin bir günde ortadan kalkabileceği düşünülmemelidir.
Toplumsal cinsiyet mücadelesini milliyet, ırk, din vs. den ayıran; karşı cinssiz olunmayacağı gerçeğidir. Diğer ayrımcılıklarda karşı tarafı bütünüyle yok etme hedefi olabilirken cinsiyet ayrımında böyle bir şey olamaması da cinsiyetçiliğin şizofrenik boyutu olsa gerek.
Kitaba dönecek olursak aynı işi yapan Afrika kökenli erkeğin, beyaz kadından yılda 321 dolar fazla alması ama beyaz erkekten 17.854 dolar az alması örneği yapay ayrımın iyi bir göstergesi olsa gerek.
Bunların dışında, Smith’in dincilik gibi bilmediği bir konuya girmesini ve türbanı özgürlük olarak savunmasını bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Stalin karşıtı bir yaklaşımı olduğunu da belirtmeliyim. Bu arada Etkin Bilen Eratalay’ın çevirisi çok temiz, sanki Türkçe yazılmış gibi okunuyor.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kaynağı olan ekonomik gerekçeler ortadan kalkınca bu kez eşitsizlik “kültür” adı altında sürdürülür. Fransız etnolog GermaineTillion’un Harem ve Kuzenler kitabı bu konuyu Akdeniz havzasında inceleyen önemli bir çalışma. Arka kapaktan bir şeyler aktarmak pek adetim değil ama orada yer alan “Tillion, kimliğin ve kültürel yapının her bir toplumun kendi özünden değil; düpedüz toprağa el koyma biçiminin örgütlenmesinden ve bu örgütlenmenin zaman içinde geçirdiği evrimden kaynaklandığını ileri sürüyor.” sözü kitabı çok güzel özetliyor. Tillion akrabalığın ekonomik, ahlaki ve siyasi bir düzen olduğunu, kadınların örtüsünün bir sembol, insanlığın yarısının köleleştirilmesinin sembolü olduğunu anlatıyor. Dediğim gibi, sistemin devam etmesi için ayrımcılığın sürmesi gerekiyor; bunun için de gerekli olan rasyonalizasyon, kültür olarak karşımıza çıkıyor. Bu arada bu baskının faili ve görünüşe bakılırsa bundan yararlanan erkek de dolaylı olarak diğer bir düzlemde kendi ezilmesine yol açarak sistemin aslında kurbanı oluyor ve bunun farkında değil. Harem ve Kuzenler bence her kitaplıkta bulunmalı.
-Harem ve Kuzenler.GermaineTillion. Metis Yay., 2006. Çev.: Şirin Tekeli, Nükhet Sirman, etiket fiyatı
Tillion’un Akdeniz havzası için anlattıklarının somut, ayrıntılı bir örneğini ve başka bir coğrafyaya taşınmış halini sosyal antropolog UnniWikan, Fadime’nin Onuru adlı incelemesinde ele alıyor. Fadime Şahindal, Kahramanmaraş/Elbistanlı bir Kürt. Yedi yaşındayken İsveç’e göç etmişler ve hep orada yaşamış. İsveçli bir erkekle yaşadığı ilişki nedeniyle önce ailesi ve çevresinden dışlanmış, sonra 2002 yılında 25 yaşındayken babasının silahından çıkan kurşunlarla can vermiş. Babası mahkemede “Başka seçenek yoktu, bu nihai çözüm, problem sona erdi.” demişti.
-Fadime’nin Onuruna.UnniWikan. Paloma Yay., 2014. Çev.: Füsun Özlen, etiket fiyatı 23 TL.
Wikan’a göre cinayetin sonucunda paraya ya da başka avantajlara dönüşebilen aile itibarı ve saygınlık kurtarılmıştır. Adeta ailenin piyasa değeri yükselir. Zaten kültür adı altında toplum böyle yönetilmektedir. Ama bence en güzel sözü Nasim Karim söylemiştir: “Bir erkeğe şiddet uygulandığında buna işkence deniyor ama bir kadın şiddete uğrarsa bunun adı kültür oluyor.”
Beyinden Rahme Türkiye kitabına başlarken beklentim farklıydı. Elbette her kitap benim beklentime göre yazılmaz ama yazarı bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olursa arka kapakta “Dövülen, taciz edilen, öldürülen; seni yazdım.” denilirse ve daha önce yazarın “Bacak Arasından Türkiye” kitabını okumuşsam biraz hakkım vardır diye de düşünmüyor değilim halâ. Neyse, ben yoğun bir cinsiyet ayrımı öyküleri bekliyordum ama Bodrum’daki arsa spekülasyonundan çevre katliamına, yılan sokmasından yaşamına son veren hekimlere kadar birçok konuya değiniliyor. Elbette aradığım kadın öyküleri de yok değildi ama benim umduğumdan biraz daha azdı. Aradaki kısa öykülerdeki cinsel istismar, çocuk gelinler; okuyana Tillion’un anlattığı bölgede yaşadığımızı anımsatıyor.
-Beyinden Rahme Türkiye. FerayeSünevÇokgürses. Destek Yay., 2017. Sahaflarda 25 TL.
Şöyle diyor Feray Sünev Çokgürses: “Erkek egemen toplumlarda kadının kocasına itaat etmek ve de erkek çocuk vermek gibi iki önemli görevi vardır. Kadınlar bu sosyal tuhaflığın girdabından kurtulmak için yaşamını tehlikeye atmak pahasına… Sosyoekonomik yapı daha iyiye gitmedikçe bu sorunun kolay kolay çözülemeyeceği ortadadır.”
Aslında birbirlerinden çok farklı olan Tillion, Wikan ve Çokgürses’in örneklerine yakından bakılırsa üstte söylediklerim daha iyi anlaşılabilir. Anlatılanlara karşı mücadele etmek için sosyalist olmak gerekmiyor ama bu mücadeleler sosyalizmi yakınlaştırır ve çözüm için de en büyük adım sosyalizm olur. Tekrar edeyim, sosyalizmin kalıcılığı için de bu mücadeleler zorunludur.
Bu söylediklerim sadece bir “temenni” değil; Hüseyin Aykol’un Aykırı Kadınlar kitabında kısa biyografileri verilen Türkiye’de toplumsal mücadele içerisinde yer alan kadınların neredeyse tümünün yolu kadın mücadelesiyle kesişmiş. Kadınlar siyasi açıdan radikalleştikçe kadın sorunlarına, adını koymasalar da feminizme ilgileri artıyor ve kadın mücadelesi içine giriyorlar. Sömürge bir ülkedeki solcuların ulusal kurtuluş mücadelesine duyarsız kalamamaları gibi bir şey bu.
Kitaba dönecek olursak ismi Aykırı Kadınlar değil de “Öncü Kadınlar” olsaymış sanki daha doğru olurmuş gibi geliyor bana. Elbette kitabı okuyunca bazı kişilerin neden yer almadığını düşünüyor insan ama seçimler yazara ait ve her eklemeden sonra bile eksik bulmak olası.
-Aykırı Kadınlar. Hüseyin Aykol. İmge Yay., 2. baskı, 2015. Etiket fiyatı 22 TL.
Neyse, bu konu daha çok ele alınmayı, bu sütun içinde daha çok okunmayı gerektiriyor.