Kadın edebiyatı konusu
Eğer herhangi bir grubu ayırıcı özellikleriyle tanımlayabiliyorsak, o grubun ürettiği yazın ürünleri de bu ayrımla tanınabilir; örneğin işçi sınıfı edebiyatı, Türk edebiyatı, Afrika edebiyatı gibi. Elbette üretilenin, grubun ayırıcı özelliğini gösterebilmesi ön koşuldur.
Soru şu, edebiyat cinsiyete göre ayrılabilir mi; daha doğrusu gerçekten kadın edebiyatı diye bir olgu var mı? Yanıt evet ise, ki böyle düşünenler olduğu bir sır değil, o zaman kadın edebiyatı dışında kalanlara erkek edebiyatı mı diyeceğiz? Ben, ‘erkek edebiyatı’ diye bir tanımlama bilmiyorum; bu durumda ‘edebiyat zaten erkeklere aittir, farklı bir gruba kadın edebiyatı diyoruz’ demek mi oluyor? Öyleyse bu erkek egemenliği kabullenmek değil mi?
“Soru şu” diye başladımsa da sorular ardışık halde geldi. Kafamda kendimce yanıtlarım var ama bu iki hafta sadece kadın yazarları okuyup, konuyu tartışayım, netleştirmeye çalışayım istedim.
Eğer herhangi bir grubu ayırıcı özellikleriyle tanımlayabiliyorsak, o grubun ürettiği yazın ürünleri de bu ayrımla tanınabilir; örneğin işçi sınıfı edebiyatı, Türk edebiyatı, Afrika edebiyatı gibi. Elbette üretilenin, grubun ayırıcı özelliğini gösterebilmesi ön koşuldur. Yoksa, burjuva gibi yazan çok işçi sınıfı kökenli, Fransız gibi yazan Türkler olduğu gibi, erkek gibi yazan çok kadın da var. Yani demek istediğim, kadın yazar olabilmek için kadın gibi yazmak, eril bir dil kullanmamak gerekiyor. Kadınca yazmak ile kadını yazmak farklı kavramlar ama “bir kadın yazar yazılarında eril bir dil kullanan bir yazar bile olsa, yazdıklarının bir yerinde yaşadığı toplumun kadın meselesi açısından gerçeklerine, bir kadın olarak yaptığı varoluş mücadelesine mutlaka yer verir.” (1) Bunun yanında “kadın yazısı kurgusal, biçimsel ve içeriksel anlamda farklı ve cinsiyete özgü birtakım ortaklıklar taşıyabiliyor. Örneğin, Sevim Burak, Leylâ Erbil, Sevgi Soysal’da gördüğümüz; dilsel deneyler, yazım kurallarına baş kaldırma, parçalı anlatım, bilinçli dağınık kurgu, başkalaşan ve sürekli dönüşmek isteyen karakterler, ataerkil simgeleri yıkmak için şeye şey deme eylemindeki anlatım, yeni sözcük türetimleri, doğayı işleyiş biçimleri sayılabilir. (2) Şunu itiraf etmeliyim ki, ben bu tür biçimsel denemelerde ‘ataerkil sisteme başkaldırı’ görmüyorum daha doğrusu tüm gayretlerime karşın göremiyorum. Bana kalırsa Erbil veya Soysal’ın yaptıkları cinsiyetlerinden öte yeteneklerinden ve yaratıcılıklarından.
Bir yandan böyle düşünürken, diğer yandan eğer bu ülkede toplumsal cinsiyet eşitsizliği diye bir sorun varsa bunun edebiyata yansıyacağı da bir gerçek. “Kalemi kuvvetli nice kadın gündüz çalışmak, geceleri ise ailesiyle, çocuklarıyla veya evin işleriyle ilgilenmek zorunda olduğu için edebiyata yeterince vakit ayıramıyor” (1) ama bu tip sorunları yaşamayan sınıfların kadınları da aynı sınıfın erkeklerine göre daha eşitsiz konumdalar, üstelik bu sadece edebiyatla da sınırlı değil. İşin diğer yanı ise, bu eşitsizliğin getirdiği özgünlüğü anlatıma yansıtabilmek, yani avantaja çevirebilme olanağı. Sanırım bunu başarmak iyi bir kadın yazar olmayı da beraberinde getirecektir.
Bu arada bilmediğim başka bir sorunu da Merve Küçüksarp’tan okudum: “kadınların yazdığı eserleri edebi kıymetine göre değerlendiren bu dünyanın hatırı sayılır emekçilerinin yanı sıra, sırf yazarı kadın diye bir esere burun kıvıran veya okumadan eleştiren takım elbiseli zevatı da burada zikretmeden edemiyorum.” (2) Annie Ernaux’da bu yılki Nobel konuşmasında şunları söylemişti: “Batı’nın entelektüel çevreleri dahil olmak üzere dünyada kadınların yazdıkları kitapları basbayağı yok sayan erkekler var; bu kitapların adlarını ağızlarına almıyorlar. Eserlerimin İsveç Akademisince takdir edilmesi tüm kadın yazarlar için umut işaretidir.” (3) Bunları ilk anda çok inandırıcı bulmasam da Sieghart’ın verdiği şu bilgiler korkutucuydu: “Ve veriler, erkeklerin kadınların yazdıkları kitapları büyük oranda okumadıklarına dair şüphemi doğruladı. En çok satan 10 kadın yazarın (Jane Austen ve Margaret Atwood’un yanı sıra Danielle Steel ve Jojo Moyes dahil), okurlarının sadece yüzde 19’u erkek, yüzde 81’i ise kadın çıktı. Ancak en çok satan 10 erkek yazar (Charles Dickens ve JRR Tolkien’in yanı sıra Lee Child ve Stephen King dahil) içinse dağılım çok daha eşit: bu yazarların okurlarının yüzde 55’i erkek, yüzde 45’i ise kadın” (4) Zaten bu yüzden Mary Ann değil MA Sieghart olarak imzalamış makalesini; çünkü erkeklerin de yazdıklarını okumasını istiyormuş. (4)
Doğruysa, ki öyle görünüyor, durum gerçekten ürkütücü boyutta demektir. Sanırım bu koşullarda bize, okurlara düşen daha fazla kadın yazarı okumaktır. O zaman başlayalım:
Göksel Altınışık son öykülerini, “kadınlara iyi geleceğini umduğu” öykülerini, Mor Ayna Kırmızı Defter kitabında toplamış. Altınışık, epeydir takip ettiğim bir yazar; kitaplığıma şöyle bir baktım, daha önce dört kitabını okumuşum. Okumuştum ama Mor Ayna Kırmızı Defter çok farklı. Zaten kendisi de “yazma konusunda önemli bir dönemeçten geçtiğini hissettiğini” söylüyor ve bence çok haklı; müthiş bir gelişim ve farklılık var. Gördüğüm kadarıyla dil konusunda eskisinden çok daha titiz ama bu titizlik anlatımındaki sakinlikle birleşince yazdıklarının etkisi daha da artıyor. Ancak bunlardan çok daha önemlisi daha dişil bir dille yazmış olması. Bu durum özellikle öykülerdeki tartışmalarda ortaya çıkıyor; asla bir erkek böyle tartışmaz, tartışamaz.
Öyküler çok sürükleyici, dediğim gibi, okuru hemen konunun içine çekiyor Altınışık. Öyle ki, kendimi birçok kez tartışmaların içine girip fikrimi söylerken buldum. Ama diyorum, acaba öyküler biraz daha damıtılsa, her şey bu denli açıkça anlatılmasa da okura tamamlayacak bir şeyler kalsa? Bence daha iyi olurdu.
Cahit Uçuk 1909-2004 yılları arasında yaşamış bir yazar. Ailesi erkek çocuk beklentisi içindeymiş ve babasının Hüseyin Cahit Yalçın ile olan yakın dostluğu nedeniyle Cahit ismini koymayı düşünüyorlarmış. Doğumdan sonra kızlarına Cahide şeklinde hitap etmek yerine Cahit ismiyle seslenmişler. Sonrasında Cahit Hanım, Cahide ismini hiç kullanmadığı gibi Üçok olan soyadını da Uçuk olarak değiştirmiş. Birçok kişi bunları bilmeden okumuş olacağı için, kadın yazar konusunda farklılığını düşünüp, Artık Geçti başlığı altında topladığı öykülerini okudum bu hafta.
Önce şunu söyleyeyim ister Cahit ister Cahide olarak okuyun, öyküler değişmiyor. Demek istediğim, Uçuk öykülerinde çok sayıda kadını anlatmasına karşın gerek dili gerekse anlattıkları kadına özgü değil; okuduklarım da kadın öyküsü değildi.
Aslına bakarsanız, Uçuk’un öyküleri ancak tarihi niteliğinden dolayı günümüzde önemlidir. Düşünsenize, Cumhuriyetin ilk yıllarında bir kadın öykü yazmış, bununla da yetinmeyip yayınlama cüretini göstermiş. Bence hiç de azımsanacak bir şey değil. Diğer yandan öykü kişilerinin ne sosyal ne de insani gerçekliklerinin anlatılmaması, ayrıntıların kullanılmaması, her öyküde ilgiyi toplayan bir sürpriz son olsa da iyi öykü sınıfına giremez. Konuları da kadın sorunlarından uzak ancak isim değiştirme işinin Uçuk’un öykülerine etkisi araştırılmaya değer.
Hande Aydın’ın Amor Fati romanı, son zamanlarda okuduklarımın en iyilerinden. Amor Fati Türkçeye ‘kaderini sevmek’ diye çevriliyor. Arka kapaktaki bir söz, ‘matematiği iyi kurulmuş bir roman’ tanımı, bence kitabı çok iyi anlatıyor; Amor Fati tam olması gereken uzunlukta, ne uzun bulduğum bir bölüm ne de ‘ayrıntılar eksik kalmış’ dediğim bir yeri oldu. Dengeler de çok iyi kurulmuş. Aydın, anlatımda da çok yetkin; özellikle uykuyla uyanıklık arasında, bir de hafif bir ateş yükselmesinin katıldığı bir bölüm var ki, gerçekten etkileyici: bir yandan uyku öncesi yaşadıkları, bir yandan üzerinde çalıştığı çeviriler, bir yandan da o sırada çevresinden gelen uyarılar, gördükleri, duydukları,,, tümü gayet güzel bir düzenlemeyle iç içe… Hande Aydın kişiler üzerine yoğunlaşırken, eklektik olmayan bir biçimde arka planda çocuk işçiler, Doğu’daki dram akıp gidiyor.
“Mutsuzluğunun hepsini tek seferde harcama” (s.12) veya “Sevdiği adam Tuba’nın varlığında yok oluyordu ama yokluğunda var olmuyordu” (s.62) aklımda kalan cümlelerden bazıları. Kitapta ‘şöyle olsa daha güzel olurmuş’ diyebileceğim yer yok, bir tek kullanılan çay demleme ritüeline biraz daha fazla yer verilmesini istediğimi hissettim okurken. Bu elbette kişisel bir istek, ben de yazarken hep, okurken ortam uygunsa çay içerim. Ama dediğim gibi bu bir eleştiri değil.
Bazen kitap okurken, ‘cinsiyet testi’ dediğim bir şey yaparım; kişilerin cinsiyetlerini değiştirerek okurum. Sonuçta bir değişiklik olmuyorsa kitapta bir sorun var demektir. Şimdi diyeceksiniz ki, ne çok zamanın var? Eee, bu da zorunlu emekliliğin getirdiği bir kazanç. Neyse, Amor Fati’de bu test işlemedi çünkü tüm kişiler cinsiyetleriyle beraber yaşıyor kitapta, cinsiyetleri değişince havada kaldılar. Özellikle Media-Murat gerilimi öyle dişil bakışla anlatılmış ki, asla bir erkeğin yazamayacağını düşünüyorum.
Yıldız Akdemir’in Işıklar Vurulsa Da… romanı konu açısından bakıldığında bir kadının ailesinden başlayarak yarı-feodal ilişkiler sarmalından çıkma mücadelesi olarak adlandırılabilir. Ancak dili dişil değil. Örneğin, duyguyu şöyle anlatıyor Akdemir: “Her şey zıtların birliğinden doğar. İnsanların duyguları da bunun dışında değildir. İnsanlar, duygu değişimlerini ayırt edebilmeleri ve her bir duyguyu yaşayabilmeleri, ancak duygu eğitimiyle olanaklıdır. Ben duygu kadınıyım…” (s.18). Yazarın söyledikleri teorik olarak doğru olabilir ama gördüğüm duygunun, daha uygun bir tanım bulamıyorum, duygusuz bir anlatımı. Dil de kesinlikle dişil değil. Veya, “Biz kadınların ezik talihini sen değiştireceksin küçük kızım.” (s.33). Bu tip örnekler çoğaltılabilir ama eril bir dili kullanan kadın olunca inandırıcılığını da yitirdiğini söylemeliyim.
Öykü, roman derken, yine bir de şiir kitabıyla bitireyim dedim bu yazıyı. Bekleyenler rafımda Aynur Bulut’un Çocukluğum Kaldı Eşikte’si vardı, onu okudum. Kitapta kadının dizelerden çıkıp başlığa taştığı şiirler var. Örnekse, ‘Kadınlar Ön Safta’, ‘Bu Toprağın Kadınları’, ‘Kadınım Ben’ gibi. Şiirleri çok sevmesem de dizelerin dişil olduğunu, bir erkeğin yazmadığını, yazarın kim olduğuna bakmadan da rahatlıkla söyleyebilirdim. Nerede okumuştum anımsamıyorum ama sanatın temel dinamiklerinden birisinin bireyi rahatsız edip, konfor alanını terk etmeye zorlamak olduğunu söylüyordu. Katıldığım bir görüş ve bu şekilde baktığımda Bulut’un şiirlerinin kadın sorunu açısından benim ‘konfor alanımı’ bozduğunu söyleyemem.
Bu haftanın tüm kitaplarını değerlendirdiğimde şu kanım biraz daha netleşti: Elbette kişinin özellikleri ve içinde bulunduğu ortam yazdıklarına yansır. Böyle olunca bir kadının kadın gibi yazması ve kadını anlatması kaçınılmazdır. Ancak bu demek değildir ki, her kadın oturup kadın sorunlarını dişil bir dille anlatabilir; bu başka bir yetenektir. Ancak tam tersi doğrudur, yani iyi bir kadın yazar ister istemez kendi yaşam ortamını, kendi diliyle yazar. Demek istediğim iyi kadın yazar, başka bir tanımlamaya gerek bırakmayacak kadar iyi bir yazardır.
(1) https://bianet.org/biamag/kitap/211525-su-kadin-yazar-meselesi-ve-gercek-hayat
(2) https://www.kulturservisi.com/p/kadin-yazar-olmak-butun-haksizliklara-gozlerini-acmak-demek/
(3) https://www.gazeteduvar.com.tr/annie-ernauxnun-nobel-konusmasi-haber-1593128
KÜNYELER
-Mor Ayna Kırmızı Defter. Göksel Altınışık, Lakin Yay., 2019. Fiyatı 60 TL.
-Artık Geçti. Cahit Uçuk. Afitap Yay., 1965. Sahaflarda 3-100 TL arası.
-Amor Fati. Hande Aydın. Everest Yay., 2019. Fiyatı 50 TL.
-Işıklar Vurulsa Da… Yıldız Akdemir. Cenevre Yay., 2022. Fiyatı 75 TL.
-Çocukluğum Kaldı Eşikte. Aynur Bulut. Klaros Yay., 2022. Fiyatı 35 TL.