Dehşetle fark ettim ki, eski romanları daha çok seviyorum. Dehşetimin asıl nedeni “artık roman yazılmıyor” veya “nerede o eski romanlar” sızlanması ya da duyarlılığı değil; eski romanları yeniden okuduğumda yeni tatlar alıyor, yeni inceliklerin ayırdına varıyor olmam. Dehşete düştüğüm nokta burası işte: acaba ben bir romanı tek okumada anlamıyor muyum? O zaman kritik soru geliyor: bir romanı anlayabilmek için kaç kez okumalıyım? Bu da daha yaşamsal bir soruyu gerekli kılıyor: bu durum herkes için geçerli mi, yoksa sadece bana mı özgü?
Soruların bu şekilde sürmesi beni sıkıntıya sürükleme riski taşısa da, bu soruların gösterdiği kesin olan tek şey roman değerlendirmelerinin yüksekçe öznellik dozu içermesi. Tüm öznelliğim ve bunca yıl, beni “iyi roman” konusunda bir yargıya götürdü: Her roman aslında bir tür denge anlatısıdır. Ön planda kişilerarası ilişkiler ve kişiliklerin birbirine sürtünmesi varken, diğer planda (asla arka planda değil) toplumsal bir süreç akar.
Kişiliklerin sürtünmesi veya insanların kesişme noktaları bir anlatının romana evriminde çok önemlidir. Şunu demek istiyorum, bir romandaki kişiliğin oluşumunda diğer bir kişinin etkisi olmalı. Örneğin Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ında babasının çıkarcı olmasının Julien’in insan ilişkilerinde, kimi zaman tepkisel de olsa, etkisi büyüktür. Bir an için babanın başka bir yapıda insan olduğunu varsaysak romanın aksadığı rahatça görülebilir. Bu şekilde bütün karakterler birbirine sürtünür ve bir tanesinde yapılacak değişiklik romanın dengesini altüst eder. Benzer biçimde Kürşat Başar’ın Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları romanındaki yatalak baba ve kızı arasındaki ilişki de öyledir. Ama aynı dengeyi Asvani’nin Mısır Otomobil Kulübü kitabında, en azından ben, bulamadım. İşte iyi roman, kötü roman ayrımındaki ilk denge burada.
Gelelim diğer plandaki toplumsallık sorununa. Özelikle arka veya ön plan demiyorum çünkü ön plana çıktığında anlatı roman tadı vermekten uzaklaşıyor, yavanlaşıyor, teorik ve genellikle tarihi bir metine dönüşüyor; üstelik de kötü bir metine. Arka planda kaldığında ise, kişilerin üzerindeki toplumsallık anlaşılamadığı için kişilikler de tam oturmuyor. Bu yüzden diğer plan diyorum, belki paralel plan da denilebilir. Yani toplumsallığın eklektik olarak romana girmemesi gerekiyor, romanda hissedilmesi gerekiyor. Burada bence önemli bir nokta da, izlenecek toplumsallığın anlatıldığı güne değil, öncesindeki sürece ait olması. Çünkü geçmiş dönemin izleri kişiler üzerinde belirleyici olmuştur, o anda yaşananlar değil. Şöyle somutlayayım: Kırmızı ve Siyah Fransız Devrimi sonrasını anlatır, kişilerin ve davranışlarının üzerindeki etkisi net bir biçimde hissedilir. Kapitalizmin kuruluş sancıları, demir sanayinin etkisi kitap boyunca hep vardır; 18. Louis döneminde siyaset yapmak önemliyken ve fabrikatör olmak pek de övünülecek bir şey değilken, roman boyunca bu duygu değişir. Mısır Otomobil Kulübü ise İkinci Dünya Savaşı sonrasını anlatmasına karşın savaşın izlerini hiç görmezsiniz. Üstelik gerçek anlamda savaşı kaybeden, işgal altına giren bir ülkede yaşayanlarda bu etkinin görülmemesi olanaksızdır bence. Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları ise 12 Eylül sonrasında kişinin yalnızlaşmasını anlatıyor. Darbenin etkileri hissedilmekle beraber, bu olguyu çıkartsanız yine yalnızlaşma değişmez gibi. İşte burası, bence romanın zayıf tarafı.
Teorik olarak elbette her şeyin öncesinde bir büyük olay bulunur; mesele romanla o olayın bağlantısını kurabilmektir. Bilimkurgu romanlarının bile iyilerinde toplumsal geçmiş ve bu geçmiş üzerinde şekillenen bir ilişkiler yumağı vardır. Geçmişteki toplumsal olay sorunu evrenselliğe de engel değildir. Burada saymayacağım ama bütün büyük romanlar buna örnektir. Mesele, bu toplumsallığın üzerine kurduğu “insanlıkla” evrenselliği yakalayabilmektir.
Yukarıdaki ikinci, üçüncü ve dördüncü paragraflara tekrar bakacak olursanız neden Kırmızı ve Siyah’ın başyapıt, Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları’nın iyi roman, Mısır Otomobil Kulübü’nün kötü olduğunu görürsünüz. Romanlardaki, toplumsal yapı ve kişilerin hem kendi içlerindeki hem de birbirlerine karşı dengeleri beni bu yargıya götürüyor.
Kısaca bu romanlarla ilgili özel düşüncelerimi de söylemek istiyorum. Stendhal romantiklerle çağdaş olmasına karşın ne romantik ne de gerçekçi olarak değerlendirilebilecek bir yazar ama bir yandan da her ikisi de. Sanırım Stendhal’i usta yapan da bu özelliği. Kırmızı ve Siyah Fransa taşrasında başlayıp, sonra Paris’e geliyor. Herhangi bir dönemi taşrada yansıtabilmek daha zordur, çünkü olaylar taşraya geç yansır ve yansırken de şiddetini kaybeder. Taşra “oynaktır” aynı zamanda, tarafını net belli etmez. Taşralının kente gidişi onu işte bu netlikle karşı karşıya getirir. Stendhal bunu muhteşem anlatmış. Romanda sınıf farklılıkları da her ikili ilişkide açıkça görülüyor; Julien, sürekli kendisiyle alay edileceği korkusuyla yaşarken, kendisi de Creole denilen sömürgelerden gelen zencilerin Fransızcasıyla alay ediyor. Ve bu kitaptan aklımda kalan sevdiğim bir söz: “Hapishane hayatının en fena tarafı, insan ziyaretçi kabul etmemezlik edemiyor; misafirlere evde olduğu gibi “evde yok” dedirtemiyor”.
(Kırmızı ve Siyah, Stendhal, Remzi Kitabevi, Çeviri: Cevdet Perin)
Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan biri olduğunu düşündüğüm Kürşat Başar, Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları’nda çarpıcı gözlemler ve farklı yorumlar yapıyor. Roman bu anlamda sürükleyici. Hayatın yanlarından akıp gitmesine izin veren kişileri, bu kitabın zamana direnebilecek yönü bence. Ve söz: “Sanki yıllardır kaçırdığı, bir yerlerde, işte yıpranmış bir cildin içinde, kimsenin bize söylemediği ya da birilerinin hep gizlediği bir sırrı, beklenmedik birini bulacakmış gibi sayfaları çeviriyorum”. İnsanın yakınlık kurabildiği karakter sayısı, bir kitabı sevmede önemli bir etkendir.
Güney Amerika ve Hint edebiyatında belirginleşen “büyülü gerçekçilik” kavramı geleneksel olarak şiirle düzyazıyı birleştiren Arap edebiyatında da var. Aslında Mısır Otomobil Kulübü’nde böyle bir hava bekliyordum, bulamadım. Sanki kitabı bir Avrupalı yazmış gibi. Kitapta sınıflar var, vurgulanamamış; taşra-merkez ikilemi var; işlenememiş; kültürel farklılıklardan bahsedilmiş ama havada kalmış. Kitap akıcı bir dille yazılmış (bunda çevirmen Avi Pardo’nun katkısı var sanırım); “best seller” tekniği kullanılmış: bölümler merak uyandıracak bir cümleyle bitiyor ve bol miktarda cinsellik kullanılmış. Ne yazık ki kitaptan aktarabileceğim, aklımda kalan bir söz yok.
(Mısır Otomobil Kulübü, Alâ El Asvani, Maya 2017. Çeviri: Avi Pardo. Etiket fiyatı 28 TL )
İyi romanı birtakım kurallara bağlamak belki doğru değil ama eldeki verileri sistematize edip, bunu yeni olgulara karşı sınamak, akademik yaşamın ve pozitivizmin bendeki etkisi. Belki de iyi roman sayısı fazla olmadığı için dönüp dönüp eskileri okuyorum.