Saray Rejimi'nin kamuoyu oluşturma girişimleri bitmek bilmiyor. Parti kurmaylarından veya önde gelenlerinden birisi, ortaya bir laf atıyor ve tutulan nabza göre, ileri hedefler için strateji belirleniyor. Son örneği, Meclis Başkanı Mustafa Şentop’tan geldi.
Hazreti başkanın dediğine bakılırsa, Cumhur Reisi Montrö Sözleşmesi'ni de feshedebilirmiş. Eh iyi mi diyelim? Sonra ne oldu? Gelen tepkilerle bir çark ediş gündeme geldi. Bu gerçekten bir çark mıdır (?) yoksa şimdilik bir erteleme ya da bir bekleme midir? Önce bunu bir köşeye yazalım. Gerçeğe en yakın duranı, ikincisi olsa gerek deyip, biraz da tefekküre dalalım…
'GODOT'YU BEKLERKEN'
Samuel Beckett'in "Godot'yu Beklerken" isimli bir tiyatro oyunu var. Kitabı okuyanları veya oyunu seyredenleri, içeriğini bilecek. Oyunun kahramanları, anlamsızlığın, saçmalığın ve tuhaflığın içinde oldukları bir tablo sergilerler. Sergiledikleri ana eylem ise, hep ‘beklemektir’. Bu atmosferde ve yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya da çalışırlar. Bu ritüel her gün ya da her karşılaşmada bir biçimde yinelenir durur. Ne ki, kahramanların iletişim kurguları, belleksel işlevselliğini yerine getiremeyince, kahramanlar gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar. İletişim, iletişim olmaktan çıkar; başlangıçtaki bekleme neyi beklediklerini bilemedikleri amorf başka bir beklemeye dönüşür…
Saray Rejimi de adeta 2023’ü Godot’yu bekler gibi, bir bekleme eyleminin içine düşmüş gibi görünüyor.
Malum, 2023 Cumhuriyet’in 100. yıldönümü. Yüzüncü yıl, tarihsel bir kavşak ve bu kavşağın taşıyıcı motifi de Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir imparatorluk bakiyesi üzerine kuruluşu hikâyesini içeriyor. 1923, yüzde doksan sekizinin okuryazar olmadığı, her alanda yok ve yoksul 13 milyonluk bir Osmanlı ahalisinden, genç ve bağımsızlık direncini kendi kanı ile kazanmış bir Cumhuriyet yurttaşlığına dönüşümün başlangıcı. Bu kurtuluş ve kuruluş hikâyesinin, bir yüzyıl sonra geldiği nokta, bir soruyu çağrıştırıyor. O tasarım, acaba eksiği ya da fazlasıyla, nereye ulaşabildi? İşte 2023, bu anlamda bir muhasebe gerektiriyor. 100. yıl deyince, muhasebenin baş aktörü olan Cumhuriyetin kurucu babalarını da hatırlamak gerekiyor. Hepsinin başında da Mustafa Kemal Atatürk’ün adının referans alınması gerekiyor.
Oysa Saray Rejimi, bu referansı kendi üstünde silinmez bir gölge olarak görüyor. Çeyrek yüzyıla yaklaşan iktidarından, kendine bir tarih çıkarmak ve hikâyeyi başka bir biçimde kurgulamak istiyor. O nedenle, AKP’nin şimdiki iktidar dönemine sığdırdıkları ve yaptıklarını, yapmak istedikleri dönüşümlerle yeni bir başlangıca bitiştirerek, yelkeni istediği biçimde doldurmak ve rotayı yeni bir istikamete çevirmenin hazırlıklarına dönüştürmüş bulunuyor.
Yapılanları cilalamak, yapılamayanlar için de kurgu stratejileri oluşturmak ve benimsenmesi için uygun vasatı beklemek, ‘bekleme gerçekliği’ olarak sökün ediyor. Beklenti, 1923'ten daha büyük bir dönüşümler zincirinin mayasını hazırlamak. Zamanı kollamak ve 2023’e bunun damgasını vurmak özlemleriyle bitişiyor.
Bakıyorsunuz, dudak kenarlarından ortalığa dökülüveren, Lozan’ın yeni baştan kurgulanması ve onun için masaya oturulması hezeyanları. Bakıyorsunuz Lozan’ı bütünleyen Montrö Sözleşmesi'nin Cumhur Reis’ince feshedilebileceğine dair incilerin, ortalıkta terennüm ettirilmesi.
Mesela, Meclis Başkanı tam da burada devreye giriyor. Cumhur Reisine bir temenna göndermesi gibi, bunu yapabileceğini ifade ediyor.
SÖZLEŞME FESİHLERİ
İlk fesih girişimi ‘İstanbul Sözleşmesi’ ile gündeme geldi. Sözleşmenin kendisi, uluslararası bir anlaşma ve iç hukuka göre, hiyerarşideki yeri ulusal yasaların üstünde. Buna ancak Meclis karar veriyor ve sözleşmeden çekilme olacaksa, Anayasa ahkâmına göre de bu işi yine Meclis’in yapması gerek. Ne ki, iş adeta kitabına uygun kılınmış, adeta Meclis ve Anayasa’nın da üzerinde bir düzenleme ile yetki devri sağlanmış vaziyette. Ortada yine de hukuki açmazlar varsa bile, rejim istikamette sebat eder durumda.
Sebatın daha da pekiştirilmesi gerek. Anayasa değişikliği yapılacak avazları, Cumhur İttifakı'nın gündemini bağlamış vaziyette. Biz iki ortak bu işi kotaracağız deniliyor. Katılım çağrısı yapılıyor ve katılımın nasıl yapılacağına da ittifak ortaklarının karar vereceği beyan ediliyor.
Öyle ya yeni bir Anayasa ile ‘kuvvetler ayrılığı değil, birliği’ üzerine inşa edilmiş bir rejim yönetiminin, Lozan’ı masaya yatırması ve Montrö Anlaşması'nı feshederek başka bir “Boğazlar rejimi” tesisine girişmesi, artık işten bile değil. Punduna getirilip becerilirse, Cumhuriyet'in kuruluşunun 100. yılında, yeni bir Cumhuriyet (ya da adı her ne olacaksa) kuruluşu sağlanır ve ilkinden daha büyük bir bomba da patlatılmış, böylece tarih yazıcılığı sağlanmış olur.
Hatta buna dair bir vurgu retorik de var: '‘Millet ne istiyorsa onun Anayasasını yapmak.’' Milletin isteği diye, ittifak mahfillerinde kararlaştırılan bir Anayasa metni ile işi kotarmak. Yani hem içeri ve hem de dışarıya yönelik yeni kurucu babalık misyonunu üstlenebilir hale gelmek.
BİRAZ LOZAN
Cumhuriyet tarihini doğru dürüst okuyanlar bilirler ki Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senedidir. Antlaşmaya taraf olan ülkelerle imzalandığında, Türkiye yeni ve bir bağımsız devlet olarak tanınmış ve Osmanlı coğrafyasından bakiye kalan Anadolu yarım adası Türk milletinin yeni yurdu olarak kabul edilmiştir. Savaşın yorgun ve çıplak galibi Türkiye, becerebildiği kadar anayurt topraklarına sahip olmuştur. Sonuçlandırılamayan bölümleri de vardır. Öyleyse Lozan’dan beklenti nedir? 2023'te Lozan’ı tartışalım diyen iktidar sahiplerinin, Misakı Milli’nin kapsayamadığı toprakları (Halep, Musul, Kerkük gibi) coğrafyaya katmak istekleri şimdi galebe çalmaktadır.
İkinci bir Lozan hikâyesi daha vardır. Saray basınının kalemşörlerince zaman zaman çarpıtılarak aktarılan ve Lozan’da kaybedilmiş Ege Adaları kurgusuna dayanan bir hikâye. Aslı astarı, akıllara zarardır. Lozan kentinin bir semti olan Uşi’de 1912’de İtalyanlarla imzalan antlaşmadır o çarpıtılan Lozan Antlaşması. İtalyanlar buna Lozan derler. Oysa uluslararası literatür bunu ‘Uşi’ diye bilir. Osmanlı, bu antlaşmayla İtalyanlarla yapılan Trablusgarp savaşına son vermiştir. Yani Libya’nın onlara bırakıldığı bir savaşın sonuç belgesidir. Trablusgarp ve Bingazi özerk bir yapı olarak onlara terk edilmiştir ve karşılığında da Ege’deki Rodos ve 12 adanın geri alınacağı sözleşmesi yapılmıştır. İtalya bu fasla tarihin hiçbir çağında uymamıştır. Olsun işte; tarihin o gerçeği, şimdi Lozan’da kaybedilen adalar meselesine dönüştürülebilir. Yani 1923 Lozan’ı ile 1912 Lozan’ı aynı torbaya konup yeniden vatan kurtarıcılığına soyunulabilir.
BİRAZ MONTRÖ
Gelelim Montrö’ye…
1923 Lozan’ı, Boğazlar üstündeki hükümranlığı “Uluslararası Boğazlar Komisyonu”na bırakmış, burayı Türkiye’den saymamıştı. Komisyon, İngiltere, Fransa ve İtalya’dan oluşun ve Misakı Milli içinde bu devletlere her türlü kontrol ve yönetim imtiyazını sağlayan bir statüyü sembolize ediyordu. Yani Lozan’ın yarım kalmış işlerinden birisiydi. 1930’lardan itibaren, özellikle İtalya’nın yayılmacı politikalarını yakından izleyen Ankara hükümeti, 1933 yılında “Londra Silahsızlanma Konferansı”na konuyu ilk kez olarak taşıdı ve gündem etti. 1935'te İtalya’nın, o zamanki adıyla Habeşistan’ı ilhakı ve Almanya’nın da Ren bölgesine asker sevkiyatını, örnek göstererek Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesini istedi.
Konuyu görüşmeye taraf olan ülkeler Türkiye, Avustralya, İngiltere, Yunanistan, SSCB, Fransa ve Yugoslavya olarak İsviçre’nin Montrö kentinde, 22 Haziran 1936’da toplandı. Uzun müzakerelerden sonra, 20 Temmuz 1936'da '‘Montrö Boğazlar Sözleşmesi'’, Boğazların kontrolünü, asker koyma hakkı dâhil Türkiye’ye bıraktı. Uluslararası Komisyon lağvedildi. Savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi Türkiye’nin iznine tabi hale geldi. Türkiye’nin taraf olduğu bir savaşa girme durumunda ise, Boğazların tamamen kapatılma hakkı, Ankara’nın eline geçti.
İkinci Dünya Savaşı'nın kokularının yoğunlaştığı bu dönemde, İngiltere, İtalyan yayılmacılığının farkında olduğu için duruma ses etmedi. Dolaylı olarak Fransa sustu. SSCB ve Yunanistan’ın önemli desteğiyle de Ayasofya’nın ibadet edilen bölümü yanında, bir müze olarak bütün dinlerin ziyaretine açılması Türkiye teklifi olarak gündeme geldi. Bu kurgu, büyük destek gördü. Yani Lozan tapu senedi ise, Montrö de tapu mührü olma özelliğini taşır vaziyete geçti.
Öyleyse, Lozan ve Montrö üzerinden sözleşmeleri feshetme efeliğinin, bir kumar olduğunu söylemek gerekir. Bitmeyen tartışmalardan birisi Osmanlı’nın imzaladığı Sevr’dir. Yunan siyasi mahfilleri iyi takip edilirse, bu müttefikimiz, Lozan’a karşılık Sevr defterinin açılacağını gün yok ki gündem etmesin.
Montrö konusunda en büyük sıkıntıyı taşıyan ülke ABD’dir. ABD, oldum olası bu sözleşmenin 18. maddesini hep gündeminde tutmaktadır. 18. madde, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin, tonilatosu ve Karadeniz’de kalış süreleri ve bunun Türkiye tarafından kontrolünü düzenlemektedir. ABD’de, maddeyle ilişkili bu durumdan sıkıntı duymakta ve dünyada elini kolunu sallayarak donanma gezdiremediği Marmara ve Karadeniz’in yollarının açılması hususunu gündeminde saklı tutmaktadır. Bir diğer küçük not da şudur: ABD’nin 1951'den bu yana Montrö’yü baypas projesi, İstanbul Boğazı!na paralel ikinci bir su yolunun kanal olarak açılması ve Karadeniz’e buradan sağlanacak çıkışın sağlanması hususunda, Türkiye’nin peşini bırakmamaktadır.
Diyelim ki Cumhur Reis’i kendinde yetki gördü ve Montrö Sözleşmesi'ni feshetti. Buradan nasıl bir yarar ortaya çıkarılacaktır? Tam da Kanal İstanbul projesinin temel atma tarihine yaklaşıldığını ilan eden iktidar, yoksa geri planda bir anlaşma mı yapmaktadır?
Akıl sır ermeyen bir durum. Bir taraftan ‘Mavi Vatan’ avazları; bir yandan da Cumhuriyetin sinir uçlarıyla oynama programları…
Sakın ola ki, ‘Godot’yu beklerken’, gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmanın yıkıcılığı, ağır bir darbe olarak üzerimize göçmesin…
DEMİR KAZIK
Hikâye bu ya, Türk Şaman inancında, yerden göğe yükselen bir demir kazık varmış. Şamanlar, demir kazığa tırmanıp ucuna vardıklarında, Tengri ile görüşüp dünya ahvaline dair bilgilenirlermiş. Demir kazığın kendisi kayın ya da çam olan ulu ağaçlarmış ve yeryüzüne de çivi ile bağlıymış. Çivi çıkarsa, gökler çöker, yerde de kıyamet koparmış. O nedenle, Şamanların bir görevi de çiviyi mahfuz tutmakmış…
2023’e tutunmak ve yeniden seçilerek başka bir tarih yazıcılığına soyunmak için, bu denli çivileri zorlamak sadece iktidarın ikballeriyle abat olanları değil, sakın ola ki bir ülkeyi batırmasın.
Biz kendimiz olup, aklımızı başa devşirme zamanıdır.
Her gecenin de mutlaka bir sabahı vardır…