"Uzun yol" hep tarihin, insanlık tarihinin nitelemesi olmuştur. Tarihsel insanın toplumsal belleğinin taşıyıcısı olmakla “yol”a yapılan bu vurgu aynı zamanda "yolda olmanın" da çağrışımını içerdiğinden, insanın tarihi yaparak ilerleyen bir canlı olduğuna işaret eder. Bellek de yol gibi aynı zamanda hem geçmiş hem de gelecek ilişkisi ile birbirine bağlıdır. Bu aynı zamanda onun bireysel ve toplumsal yanının da göstergesidir ama onu daha çok "bireysel" bir insan edimi olarak anlama eğilimi taşırız.
Oysa birçok eğitim kuramcısı için "bellek" ancak bir ikinci kişi varsa oluşmaya başlayan bir insan özelliğidir. Bütün insan ilişkilerinden ayrılmış, toplumsal bağlamı içinde yer almayan insanın "belleğinin"' olmayacağını iddia ederler. Bunun için Dafoe'nun Rabonson'u sık sık örnek olarak verilir. Eğer Rabonson adaya bir "geçmiş" taşıyan birey olarak değil, ıssızlığın ve toplumsal bir ilişkiler ağının dışından gelmiş olsaydı Cuma ile bir ilişki geliştirmesi olanaksız olurdu. Aynı şey onunla karşılaşan Cuma için de geçerliydi. O da Rabonson'la bir "geçmiş" taşıyan birey olarak karşılaşmıştı. Bu anlamda belleği ne kadar bireysel olarak taşırsak taşıyalım onun ancak bir toplumsal ilişki içinde bellek olma niteliği kazanmaya başladığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Dolayısıyla toplumsal olmayan "bellek" yoktur.
Toplumsal olmayan bir bellek olmadığına göre onun "paylaşımla" ortaya çıktığını söylemek de olanaklı hale geliyor şimdi. Onu paylaşmak için hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir kültürel birikimin oluşmuş olması da gerekiyor. Burada kültürü elbet insanın yarattığı her türlü toplumsal ve bireysel edim olarak anlamak gerekiyor.
(Bu parantezi açarak şunu da belirtmek gerekiyor belki. Eğer belleği baştan beri özetlediğimiz içeriğiyle anlıyorsak, yani onu toplumsal ve kültürel bir öğe olarak görüyorsak, sık sık toplumumuz için söylenen bir klişenin de alabildiğine boş olduğu anlaşılır. Bırakın kocaman bir toplumsal kültürel geleneği, eğer küçücük bir kabilenin ortak üretilmiş tek bir türküsü varsa o toplumsal yapının bir belleği olduğunu kabul etmemiz gerekir.)
Geleneksel ve sözel bir kültürel aktarım söz konusuydu en başlarda. Yazının icadına kadar insanlık ürettiği kültürel belleğini çeşitli araçlarla paylaşmanın arayışını sürdürdü. Toplumsal anlamda bir üretim vardı ama insan yarattıklarını en iyi şekilde, bozulmadan aktarmanın yollarını da bulması gerekiyordu. Arkeolojik kalıntılar, mağara resimlerinden, kapkacağa kadar insanın işlediği malzemeyi zamana karşı direncini artıracağını düşünerek yaptığını ortaya koyuyor. O sözünün uçup gitmesini istemiyor hiçbir zaman. Yazının icadında bile yazının taşıyıcı unsurlarının alttan alta zamana karşı direncinin gözetildiğini söyleyemez miyiz? Çok daha sonra mürekkebinin uçup gitmemesi için geliştirdiği yöntemler bile onun sözünün -belleğinin- aktarılmasında, geleceğe taşımasında binlerce yıl sürecek arayışının göstergesi olduğu düşünülemez mi?
Evet yazının icadı; belleğin aktarılmasında, sözel ve geleneksel bozunuma uğramadan aktarılmasında bir devrimin başlangıcıydı ama öte yandan da yazı giderek bir aktarım aracı olmaktan öte insanlığın kültürel belleğinin şekillenmesinde işlev görmeye başlamıştı. İnsanın toplumsal ve bireysel yaratıcılığı yazıyla birlikte yeni şekiller alıyordu. Bireyin ardında bıraktığı izler de netleşiyordu yazıyla birlikte. Güvercin patilerinde mektuplar uçmaya başlıyordu. Mektup, kâğıt ve yazıdan oluşuyordu ve yazı mektubu taşıyan güvercinin tüyünden bir kalemden akıyordu. Burada dikkat etmemiz gereken belki de en önemli olgu yazıyla birlikte sıradan insanın da yaratıcılığını ve belleğini aktarmasına yol açıyordu. Sıradan insanın "hayat bilgisi" ise iktidar için çok tehlikeliydi. Artık geri dönüş yoktu. Bu çabucak öğrenilen simgeler sistemi, dili olan insanın yurdu haline geliyordu. Artık sıradan insan için barut ve işkence varsa "yazı" da vardı.
Matbaanın bulunuşuyla birlikte bellek artık "evrensel" bir hal almış, Goethe "evrensel bir edebiyattan" dolayısıyla büyük bir bellek dönüşümünden söz etmişti. Yazının kitap denilen bir "taşıyıcısı" ortaya çıkmıştı. Bir kere de yüzlerce basılabiliyor, daha birkaç yıl önce tüy kalemle çoğaltılan "yazı" sıradan insanın, sıradan evinde paylaşılıyordu. Bellek coğrafyanın sınırlarını zorluyordu. Coğrafi keşifler, yeni kıtalar, yeni kültürler, yeni bellekler anlamını da taşıyordu.
Tabii bu uzun yol daha da uzun anlatılabilir, belleğin uğrakları bir bir sayılıp dökülebilir. Ancak artık yazının olmasa bile matbaadan sonraki bir aşamaya geldiğimizi söyleyebiliriz. Artık yazının somut bir taşıyıcısının olması şart değil. Siberuzay ya da sanal dünya dediğimiz bir dünya içinde uçuyor sözcüklerimiz. Bunun da ötesinde sonuçlarını henüz kestiremediğimiz bir biçimde sanal dünya, insana sadece yazıyla ve kültürel araçlarla aktardığımız belleğimizin ötesine geçerek görüntülerle iletişim kurma olanağını bilgisayarlarla evimize kadar soktu. Artık ekrandaki insanla "paylaşıyoruz" kendimizi. Ona şimdilik sadece dokunamıyoruz o kadar. Yazının yanına sesi ve görüntüyü de ekledik. Fotoğraf ve sinemanın ötesinde kamera ve ekran hayatımızın bir parçası haline geldi. Binlerce kişinin buluşup istedikleri her şeyi dilediğince paylaştığı sanal platformları hepimiz kullanıyoruz. Bu neredeyse zorunlu. İnsani belleklerimiz sanall bir belleğe dönüşürken kültürel dünyamız sanılanın aksine Goethe'nin vurguladığından çok uzak bir "evrensel" insanlık aşamasına doğru evrilmeye başladı. Sanal belleklerimiz ortaklaşacağına giderek egolarımızı okşayan araçlara dönüyor. Küresel dünyanın düşünme biçimi postmodernizm evrenselliğin karşısında yereli kutsarken insanlık güvercin paçasındaki mektuptan çok daha uzaklara savruldu. Acılarımızı paylaşmanın olanakları bütün bu teknolojik gelişmelerle artarken bu acıları paylaşma duyarlığımız giderek köreliyor.
Bellek bir toplumsallık olmadan varlık bulamıyor evet; sanal belleklerimizse büyük bir yabancılaşmanın eşiğine gelip dayandı. Dünya yanıyor. Kapitalizm onu bitiriyor. Buna direnecek en önemli meziyetlerimizden biri "belleğimiz" ise evrenselleşmeyip sanallaşıyor. Bu “sanal”lığın panzehirinin küreselleşme değil evrensel bellek, evrensel belleğin ise sınıf mücadelesi, devrim mücadelesi ve sanatla, bilgisayar ekranlarda değil sokakta yazıldığını dünyanın sokaklarına bakınca daha iyi anlamıyor muyuz?