İnönü'lü yıllar

Türkiye’nin bugününü anlayabilmek için 1940’lı yılların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öncesine, 1923- 1938 arasına kuruluş yılları demek yanlış olmasa gerek; kurumların, geleneklerin yerleşmesi ve sermaye birikiminin belirli bir aşamaya gelmesi bu yılların özelliğiydi. İnönü’lü, yani 1940’lı yıllar ise burjuvazinin  sınıf olarak siyasette kendisini daha fazla göstermeye başladığı dönemdir. Yakından bakılınca günümüzdeki birçok sorun, ama doğal olarak daha küçük ölçekte, o yılların mirasıdır denilebilir.

Dönemi, neredeyse gün be gün yazan Cemil Koçak’ın iki ciltlik Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Uğur Mumcu’nun gizli kalan olaylara değinen 40'ların Cadı Kazanı ve Ali Kemal Meram’ın resmî açıklamaları bir araya getirdiği İsmet İnönü ve İkinci Cihan Harbi kitapları, tüm yorumlarına katılmamakla birlikte, İnönü’lü yılları kavramak için önemli kaynaklar.

Elbette dönemin yarısının dünya savaşı ile geçmesi önemli bir özellik ama bu özellik sermayenin palazlanma sürecini daha açık hale getirmiş gibi. Bir yandan savaşlar politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olsa da, diğer yandan olağan dönemlerin gizliliği de ortadan kalkmış olur… Sanırım en iyisi baştan başlamak:

İnönü’nün hep Mustafa Kemal’in çok yakınında bulunduğu bir gerçek. Bana kalırsa başbakanlığından bile daha önemlisi 1919’da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin erkan-ı harbiye reisi olarak atanmasıdır çünkü atanabilecek tek merkezi görev buydu o zaman. Bu yakınlık 1937 yılı sonuna dek sürer. Eylül 1937’de İnönü başbakanlıktan ayrılır, devlet ve parti içerisinde başka bir görevi olmaksızın sadece Malatya milletvekilidir artık. Yerine Celal Bayar atanır. Atatürk-İnönü ayrılığını devletçilik konusundaki fikir ayrılıklarına veya Atatürk’ün hastalığına bağlayanlar olsa da her ikisi de doğru olmasa gerek ama son dönemde Atatürk Orman Çiftliği’nin miras bırakılması, Akdeniz’deki ticaret gemilerinin güvenliği konusundaki Nyon Anlaşması ve bakanların atanması gibi konularda farklı düşündükleri bilinmektedir. Ancak bunları sistematik bir hale getirip, ideolojik ayrılığa bağlamak fazla zorlama olur.

Burada tam olarak anlaşılamayan tek nokta, Mustafa Kemal ile arası açık olan ve bir yılı aşkın süredir milletvekilliği dışında resmi bir görevi olmayan İnönü’nün nasıl olup da onca bakan ve parti yöneticisi arasından sıyrılıp cumhurbaşkanı seçildiğidir. Doğru yanıtı ben de tam olarak bilmiyorum ama kesin olan İsmet İnönü’nün politik manevraları gerçekten ustaca yapabildiğidir. Cumhurbaşkanı olduktan sonra yine aynı ustalıkla Üstündağ, König, İmpeks ve Denizbank davalarıyla son bir yılın yöneticilerinden hesap sormaya başlar ve 25 Ocak 1939’da Celal Bayar başbakanlıktan istifa eder.

Aynı günlerde Avrupa savaşa doğru hızla yol alıyor, Türkiye’de de yeni burjuva sınıfı aynı hızla yükseliyor ve ekonomideki payı artıyordu. Sermayenin yetersiz kaldığı noktalarda ise devlet devreye giriyordu. Bu dönemde ordunun gereksinimlerinin karşılanması için yapılan harcamalar da burjuvazinin sermaye birikiminin artmasıyla sonuçlanmaktaydı çünkü tüketimin kısıtlı olduğu, yapılan kamu yatırımlarının da daha çok orduya dönük olduğu bir dönemde, sermaye birikimi orduyla iş yapmak üzerinden yürümekteydi. Bu yıllarda ithalat ve ihracatın ise neredeyse yarısı Almanya, kalanı ise İngiltere ve Fransa ileydi. Özellikle Almanya krom gereksiniminin tamamına yakınını Türkiye’den sağlıyordu. Dünya ölçeğinde belli bir emperyalist odağın hegemonyasını ilan etmediği durumda koşullar her iki tarafla da ticarete uygundu.

İşte Türkiye’nin savaş dışı kalmasında diplomatik başarıdan çok bahsettiğim ekonomik faktörler etkiliydi. Elbette diplomatik beceri de vardı ama her iki blokla benzer büyüklükteki ekonomik ilişkiler taraf olmayı engelliyordu. Diğer yandan, özellikle savaşın başlangıcında Türkiye’nin savaşa girmesinin her iki cepheye de ciddi bir katkısı olmayacaktı. Zaten Hitler’in Kavgam’da belirttiği gibi Nasyonal Sosyalist politikada Türkiye’nin yeri yoktu. İngiltere de benzer düşüncedeydi. Tam bu nedenle her iki ülke de Türkiye’nin tarafsız kalmasından yanaydı. Aslına bakılırsa Türkiye’nin isteği, hayali, Sovyetler Birliği’nin yenilmesi ve savaşın en kısa zamanda İngiliz-Alman uzlaşma barışı ile sonuçlanmasıydı. Ama olayların gelişimi bunun sadece, dediğim gibi, hayal olduğunu kanıtlayacaktı.

İlk hamle Almanya’dan gelir: 1941’de bazı Türk komutanlarını Doğu cephesine ziyarete çağırır ve bunlar dönüşte İnönü’ye “savaşın hemen hemen bittiği” raporunu verirler. Bu durum Türkiye’de Almanya lehine bir hava yaratır ve örneğin Alman savaş gemilerinin Karadeniz’e geçmesine göz yumulur.

Bir süre sonra savaşın Almanya açısından zora girmesiyle birlikte Bakü petrollerinin önemi artar. Bu hem Sovyetler Birliği’ni yıkmak hem de Almanlara yeni bir kaynak yaratmak için gereklidir. Bunun üzerine Almanya Turancılık kartını oyuna sürer ve ciddi ciddi bu hayale Türkiye’de de inanmaya başlanır. Almanlar Turancı hareketin başına geçirmek için Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’yı hazırlar. Bu girişimden Türkiye’nin de haberi vardır. Elbette Nuri Paşa’ya ekonomik çıkar da sağlanır ve Alman lisansıyla silah üretecek bir fabrikayı İstanbul’da kurmasına izin verilir. Fabrika çalışıp bir yandan Türkiye’de devlete silah satarken diğer yandan resmi denetimde “silah üretilmediği kanısına varılıp” vergiyi de daha az verir.

Varlık Vergisi Yasası’nı da Almanya desteklemiştir. Bu yasayla özellikle İstanbul’da önemli sermaye sahibi gayrimüslim azınlıklar sıkıntıya düşmüş ve Müslüman iş adamlarına ciddi bir sermaye kayması sağlanmıştır. Musevilere ve özellikle İngiltere bağlantılı sermayeye, böylece belirli ölçülerde darbe vurulmuştur.

Stalingrad bozgunuyla birlikte İnönü de Almanya aleyhine konuşmaya başlar ve Turancılık davaları açılır. Türkeş’in de yargılandığı davalardır bunlar. Açıkçası Turancıların yazgısı hep Almanya’ya bağlı olmuştur. Elbette ekonomik açıdan da işler değişir, Almanya’ya krom sevkiyatı durdurulurken, Nuri Paşa’nın fabrikasında bir patlamayla tüm makinalar yok olurken Nuri Paşa da ölür. Olay “faili meçhul” olarak kalır.

Savaş sırasında Türkiye’de doğal olarak birçok tüketim maddesinin sıkıntısı vardı. Temel gereksinim maddelerinde “karne” uygulamasına gidilmişti ama tahmin edilebileceği gibi, sermaye sınıfı için böyle bir sorun yoktu. Ankara’da genellikle Süreyya Lokali’ne “takılan”, çoğunlukla dışişleri çevresinin oluşturduğu yeni “bürokratik sosyetenin” de sıkıntısız, karnesiz bir yaşamı vardı. Arzık’ın Bitmeyen Kavga: İsmet İnönü kitabında renkli üslubuyla anlattığı bu çevrede giyim kuşam, savaş kadar önemli bir konuydu. Arada sırada Alman elçisinin Dışişleri Bakanı’na Mercedes marka araba hediye etmesi gibi konular olsa da, uzun süre ilgi çekmez, hızla gündemden düşerdi.

Burada küçük bir parantez açıp Nimet Arzık’tan söz etmeliyim. Bence değişik, keskin gözlemleri olan ve bunları alaycı bir üslupla yansıtan bir gazeteci-yazar. Keşke sadece anı ve gözlemlerini değil de roman ve öykü de yazsa demişimdir hep. Çok sayıda kitabı var ama bunlardan bildiğim kadarıyla sadece bir tanesi tiyatro oyunu.

Neyse konuya dönersek, 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilse de kimse açısından bunun bir inandırıcılığı yoktur. Savaş sonrası çok partili döneme geçilmesini de Almanya’nın yenilgisi ve “demokrasi güçlerinin” zaferiyle açıklamamak gerekir. Savaş sonrası ekonomilerin ayağa kalkabilmesi için sermayenin geniş pazarlara gereksinimi vardı. Bu sadece Türk sermayesi için değil, uluslararası sermeye için de zorunluydu. Pazarın hareketlenebilmesinin ön koşulu, insanların kendilerini güven içerisinde hissederek harcama yapabilecekleri bir ortam yaratılmasıdır ki, bunun için de sahte de olsa bir tür demokratik ortamda yaşadıkları algısının oluşturulması gerekir. Bu elbette pazar için tek faktör değil ama çok önemli bir faktördür. Türkiye’de çok partili sisteme geçilerek yapılan buydu.

Sıcak savaştan soğuk savaşa geçilmesi ile birlikte ABD’ye yöneliş olur. Başbakan Rüştü Saraçoğlu’nun 11 Mayıs 1945 tarihli TBMM konuşmasında ABD için söyledikleri tutanaklarda şöyledir: “…yardımlarıyla küçük milletler için derin, geniş ve sağlam kurucu ve kurtarıcı esaslar kuran, insani fikirlerle insanlık davasının bugünkü ve yarınki mukaddes bir bayrağı olmuş ve hak, hürriyet, adalet, medeniyet ve insanlık davalarını kendisine minnettar bırakmıştır (bravo sesleri, alkışlar)”. Bunun Türkiye’ye yansıması Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi tasfiyesi, Tan gazetesi baskını, Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’nin kapatılması, Dr. Şefik Hüsnü ve arkadaşlarının yargılanması, Köy Enstitüleri’ne darbe, imam hatiplerin açılması vs. şeklinde olmuştur. Saraçoğlu’nun yukarıdaki konuşmasının devamında şöyle bir hak teslimi de vardır: “Tecavüz ordularının Türk hudutlarında gösterdikleri tereddütte Yunanlıların kahramanlığının hissesi büyüktür”.

Şunu söylemek zorundayım; evet Türkiye savaş dışı kalmıştır ama faşizme karşı kılını kıpırdatmadığı gibi, Almanların Sovyetler Birliği içerisindeki ilerleyişini de büyük bir coşkuyla takip etmiştir.

Bence 1940’lı yıllara İsmet Paşa’yı sevip sevmemek ikileminden değil ama somut olaylar ve ekonomik gerçekler üzerinden bakılırsa hem o yıllar hem de bugün çok daha iyi kavranabilir.

KÜNYELER

-Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945). Cemil Koçak, İletişim Yay., 2 cilt. Kitapçılarda 2018, 8. baskısı var,
etiket fiyatı 62-60 TL.

-40'ların Cadı Kazanı. Uğur Mumcu. Sahaflarda Tekin ve um:ag Vakfı baskıları var. 7-95 TL arası.

-İsmet İnönü ve İkinci Cihan Harbi. Ali Kemal Meram. Ahmet Sait Oğlu Kitabevi, 1945. Sahaflarda 17.5- 30 TL.

-Bitmeyen Kavga: İsmet İnönü. Nimet Arzık, Kurtuluş Matbaaası, 1966. Sahaflarda 3-30 TL arası.