Bundan 35 yıl önce, yani 1980 yılında YAZKO (Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi) kurulduğunda, kooperatifin kurucusu rahmetli Mustafa Kemal Ağaoğlu şöyle demişti: “Bu ülkede en zor işlerden biri de özellikle gençleri üzerine bir şeyler basılmış kâğıtları okumaya razı edebilmek!”
Ağaoğlu, bu saptamasıyla gençlerin çok az kitap okudukları gerçeğine atıfta bulunmak istemişti.
YAZKO’nun ilk üyelerindendim. Ayrıca kurumda Genel Yayın Koordinatörlüğü ve YAZKO Çeviri dergisinin yönetimi gibi görevlerim de vardı. Başka deyişle, ülkemizde ne kadar okunduğunu veya okunmadığını izleyebilecek bir konumdaydım. Bugün, yani aradan 35 yıl geçtikten sonra: “Ama artık durum değişti!” diyebilmeyi çok isterdim.
Gerçi değişti değişmesine. Ama ne yazık ki ‘okumama’ yönünde! Çünkü okuma oranı bağlamında bir karşılaştırma yapıldığında 1980-2000 yılları arasındaki genç kuşaklar bugünün gençliğinin yanında ancak ‘bilge’ diye nitelendirilebilir!
Okuma alanındaki bu erozyon için bugüne kadar çeşitli gerekçeler gösterildi ve gösterilmekte. Bunlar içerisinde örneğin en rağbet göreni, 12 Eylül Faşizmi’nin gençleri okumaktan korkuttuğunu ve soğuttuğunu sürekli tekrarlamak.
Doğrudur. 12 Eylül faşist yönetiminin en yaygın uygulamalarından biri, televizyonların ana haber bültenlerinde teröre ait ‘suç kanıtları’ arasında kitapları da göstermekti. Böyle bir uygulamanın gençleri okumaya teşvik edici bir etki yarattığı hiç kuşkusuz söylenemez.
Ancak bugünkü yaygın ‘okumama alışkanlığı’nın tek nedeni bu değildir; dahası, en önemli ya da birincil nedeni bile bu değildir. Bugün bunca ‘okuma özürlü’ oluşumuzun – buradaki ‘bunca’nın ne kadarlık bir ‘bunca’ olduğunu hemen aşağıda sayısal olarak göstereceğiz - temel nedeni, bir ‘gelenek’ sorunundan kaynaklanmaktadır.
Kuyumcu, matbaacı ve yayıncı Johannes Gutenberg’in 1447 yılında hareketli parçalar ile yazı baskısını Avrupa'da başlatmasından, yani ilk matbaayı kurmasından yaklaşık yüz yıl sonra, 15.yüzyıl ortalarında, Avrupa’da basılı kitap sayısı on beş milyon gibi bir rakkama ulaşmıştı. Bundan yola çıkarak o dönemde Avrupa’da kaç kitap okurunun bulunduğunu hesaplamak güç değildir. Eski Mısır’ın ünlü İskenderiye Kitaplığından Mezopotamya’ya, oradan antikçağ Yunan ve Roma dünyasına, Avrupa’da manastır kitaplıklarından Rönesans’a uzanan bir ‘okuma geleneği, Gutenberg’in buluşuyla katlanmıştır.
Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu’nun son nefesini verdiği sıralarda Müslüman halkın okuma yazma oranı, yüzde beşlerdedir. Bu oran, ancak Köy Enstitüleri’nin açılmasıyla ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Maarif Vekâleti’nin (yani şimdiki adıyla Milli Eğitim Bakanlığı’nın) doğrudan kitap basmaya başlamasıyla olumlu yönde değişmeye başlayacaktır. Bakanlık bünyesinde kurulan ‘Tercüme Bürosu’nda dilimize çevrilen ve çevirtilen dünya klasiklerinin bir bölümü yerleşim merkezlerinde satışa sunulurken, bir bölümü de Köy Enstitüleri’nin kitaplıkları aracılığıyla öğrencilere ulaştırılacaktır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün bir yurt gezisi sırasında öğlen sıcağında bir ağacın altında dinlenmekte olan yeniyetme bir çobanın yanına giderek: “Torbanda ne var?” diye sorması üzerine, torbadan öğlen yemeği yerine geçecek peynir ekmekle birlikte, Sofokles’in Bakanlık tarafından dilimize çevirtilen “Antigone”sinin çıkması, bugün için ancak inanılması çok zor bir anekdot yerine geçebilir! Yeri gelmişken bir noktayı daha – gerçek bir ibretlik olmak üzere! – burada belirtelim: 1923-1950 yıllarının bugün acı ve özlemle ‘Anadolu Aydınlanması’ diye adlandırdığımız, ama ne yazık ki çok kısa ömürlü olabilen kültür hareketini gerçekleştiren aydınlar kuşağını izleyen aydınlar kesiminin kendilerini ancak ‘buralı olmadıkları’ ölçüde aydın sayan – benim hep ‘düzmece aydınlar’ diye nitelendirdiğim – bölümü, Sabahattin Eyuboğlu’nun Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde köy çocukları ile Shakespeare’in “Macbeth”ini nasıl çalıştıkları üzerine anlattıklarını “olmayacak bir fantazi” diye nitelendireceklerdir. Yine Eyuboğlu’nun ünlü: “Neden hep halka inmekten söz ediyorsunuz da halka çıkmak lafını hiç ağzınıza almıyorsunuz?” sorusunu hiçbir zaman yanıtlanmaya değer bulmayan bu aydınlar, aldıkları eğitimin ve edindikleri birikimlerin hemen tümünü hep kendi iklimlerine ‘yabancılaşmak’ için harcadıklarından ve bunun sonucunda ‘önce kendileri’ olmadan ‘bir başkası’ olmayı hiçbir zaman beceremeyeceklerinin bilincine asla varamadıklarından, ülkelerindeki çok yetersiz okuma oranını saptayabilmişler, ama o ülkenin koşullarına bu yetersizliğin gerçek nedenlerini çözümleyemeyecek kadar yabancılaşmış olduklarından, gerçekçi önerilerde bulunamamışlardır.
Gelelim ülkemizin bugününe.
Birkaç gün önce değerli bir bilim adamımız, Halk TV ‘deki bir programda çok yeni bir araştırmanın sonuçlarını verdi. Bu sonuçlara göre Türk gençleri ilkokuldan ortaöğretimin sonuna kadar dokuz binin biraz üzerinde sözcük ile sınırlı bir eğitimden geçiyorlar, dolayısıyla üniversiteye de bu sayıda bir sözcük donanımı ile adım atıyorlar. Buna karşılık İngiltere, ABD, Fransa, Almanya gibi ülkelerde bu sayı, ortalama doksan bin civarında. Başka deyişle, o iklimlerin ortaöğretim sürecini tamamlayan gençleri, hayatlarının yeni bir döneminin ve üniversitelerin kapılarını bizim gençliğimizin sözcük birikiminin on katından fazlası ile çalmaktalar.
Bu on katlık fark, bizim üniversitelerimiz bağlamında çok önemli iki sonuca yol açmakta:
1. Ülkemizdeki üniversiteler, yıldan yıla anadili daha da yoksullaşan bir aday kitlesi ile karşılaşmakta. Gerçi ilk bakışta vakıf üniversiteleri bakımından bunun büyük bir sakınca oluşturduğu söylenemez, çünkü bu üniversiteler zaten ‘yabancı dilde’ – yani aslında yalnızca İngilizce – eğitim vermeleriyle kendilerini ayrıcalıklı kılmaya çalışmakta. Ama bu ayrıcalık, yukarıda dediğim gibi sadece ‘ilk bakışta’ söz konusu olabilir. Çünkü insan, düşünmeyi önce anadilinde öğrendiğinden, bir ikinci dili, başka deyişle yabancı dili ancak anadilinde geliştirebildiği düşünme yetisinin sınırları içerisinde, o yetinin sınırlarına kadar öğrenebilecektir. O sınırların ötesinde ise, yabancı dilde ‘ezberlediği’ sözcüklerin sayısı ne kadar kabarık olursa olsun, o dili kullanamayacaktır. Çünkü bir dili kullanabilme yetisinin gücü birincil olarak o dilde bilinen / ezberlenmiş sözcüklerin çokluğundan değil, o sözcüklerin kullanım amacıyla örgütlenmesini sağlayacak düşünme yetisinin kapsamından bağımlıdır. Ve bu durum, dilbilimin nesnel olarak kanıtladığı bir gerçekliktir.
2. Öte yandan zaten üniversitelerimizin öğretim elemanları da büyük çoğunlukla yukarıda sözünü ettiğimiz dokuz bin sözcüklü öbeğin içinden gelmedir. Dolayısıyla üniversite öğrenimlerine yetersiz bir anadil ile başlayan gençlerin en azından üniversitede belli bir dil bilincine ulaşmalarına bu elemanların katkıda bulunmalarını beklemek pek gerçekçi bir tutum değildir.
Son olarak değinmeyi gerekli gördüğüm nokta, sosyal medya tiryakiliğinin – ben bu durumu ‘facebook’ ya da ‘twitter kuşağı’ diye de adlandırıyorum – konuşma ve yazı dilleri üzerindeki yıkıcı etkisi. Böyle adlandırdığım kuşaklar elbet Batı ülkelerinde de var. Ancak o ülkelerde sosyal medya tiryakiliği normal konuşma ve yazı dillerini bizdeki gibi tam bir yıkım noktasına sürüklemiyor. Sosyal medyanın teknik koşullardan kaynaklanan göstergeleri, normal dile sirayet etmiyor.
Bu konuyu bir başka yazımda ele alacağım. Bu yazıyı 20.yüzyıl Batı felsefesinin en büyük adlarından Ludwig Wittgenstein’in bir sözü ile noktalıyorum: “Dilimin sınırları, dünyamın da sınırlarıdır.” Kendi iklimlerimizde artık her bakımdan giderek daha küçük dünyalarda yaşamaya alışmamız, sanırım Wittgenstein’ın dile getirdiği bu gerçekten kaynaklanıyor!