Sanat biçimlerinin en yenisi “yazı”. “Yazı”yı ile gerçekleştirilen sanatı yani edebiyatı ne kadar geriye götürürsek götürelim, insanın dünya üzerindeki milyonlarca yıllık serüvenine ancak binlerle ifade edilen bir zaman diliminde katılıyor. Bu çıkış, insanı yaşadığı olguların ötesine taşıyarak, onu bu “öteler”de gerçekleştirdiği aşamaları, içsel ve dışsal süreçleri gözlerimizin önüne seriyor. Edebiyatla savaşları, aşkları, bu aşkların nasıl nefrete dönüşebildiğini, güç tutkusunun nasıl zavallılığa ve güçsüzlüğe doğru evrilebildiğini, onunla adanmışlık duygusunun benliği yakıp kavuran ve soluksuz bırakan şiddetli sarsılışlarını, yalnızlık ve toplumsallık arasındaki incecik çizgiyi, görmeye ve tanıklığımızı insanın derinlikleriyle zenginleştirerek sürdürmeye, insanı daha bütünsel anlamaya ve çözümlemeye başladık. Edebiyat aynı zamanda, insanın içselliğinden toplumsallığına açılan her türlü ayrıntıyı, ilişkiyi bilince çıkarmamıza neden oldu. Yazıyla insanın “dünyasıyla kurduğu ilişkiyi” daha iyi çözümlemeye başladık.
Dünya ve Türk edebiyatı insanlığın büyük savruluşlarının, büyük edimlerinin bireysel ve toplumsal tanıklığı olma özelliğini bu anlamda her zaman sürdürmüştür. Savaş, barış, sömürü, ezen ezilen diyalektiği, olanaklı olan ve olmayan arasındaki gerilim… Örneğin savaşı ve barışı ele aldığınızda hemen örnekleri sıralamaya başlarız. Nedeni açık, çünkü insanın toplumsal serüveni aynı zamanda yarattığı sanatın da serüvenidir. Milyonlarca yazınsal yaratının ya ana konusu ya da arka planını oluşturmuştur. Ama yine biliyoruz ki edebiyatçının bütün bu özetliğimiz etkinliği gerçekleştirirken nesnelliği bir bilim adamının nesnelliğine benzemez. Sanat insan araştırmasına yönelir ve bu insan araştırmasını bakış açısının, dünya görüşünün ona sunduğu olanak içersinde yapar.
Mario Benedetti Edebiyat ve Devrim adlı kitabında Küba Devrimi’nin gerçekleşmesi sırasında ve gerçekleştikten sonra yani olanaksız gibi görüldüğü zaman ile elle tutulur hale geldiği, “olanaklıymış demek ki” dendiği zamanın arasındaki gerilimin Latin Amerika edebiyatına yansımasını şöyle anlatır: “Son yirmi yılın Latin Amerikan edebiyatındaki bu olabilirle olanaksız arasında gidip gelen çatışma güncelliğini sürekli korudu. (Bazen daha açık bazen de daha kapalı biçimde). Soyutlamalar gerçekle doldu; ve bu gerimli, zorlayıcı, kanlı, bu olağanüstü güçlü gerçek yazılmış ya da yazılmamış olan her şeyin içine kesin biçimde akmaya başladı. Bu gerçekçilerde özümleme, düşçülerde değinmeme, yaratıcılarda dönüştürme yoluyla, duygusallarda ise sözcük yağmurları biçiminde oldu. Kimileri gerçeğin resmini çekiyorlar ve eğer kişiler çekim sırasında kıpırdamamışlarsa bununla övünüyorlardı: Onların zaferi yüzeydeki belli bir netlikten ibaretti. Başkaları gerçeği parçalara ayırıyor ve yeniden bir araya getirirken deneyler yapıyorlardı; zaferlerine (her şeyden önce teknik bir zafer) yapı dendi. Yine başkaları özellikle olguları ortaya koydular ve bunları dogmalara dönüştürdüler; ürünlerinin adı mesajdı. Nihayet bir de olguları her şeyden önce dilin kamburları olarak görenler vardır; bunlar sözün fanatik uşaklarıdır. (Mario Benedetti Edebiyat ve Devrim, s.23) Benedetti yaşanan toplumsal bir olgunun çeşitli açılardan edebiyata yansıyışını ne kadar özlü özetliyor.
Vereceğim iki örnek edebiyatın bu işi ne kadar yetkin başarabildiğini de gösterebilir belki. Bunlardan birincisi Alman romancı Alfred Andersch’in bir romanı: Özgürlüğün Kirazları. Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinden hemen sonra ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasından hemen öncesindeki zaman dilimi içinde bir devrimcinin, komünistin örgütü ve devrimci mücadelesi anlatılarak başlar roman; sonra da romanın kahramanın yakalanarak toplama kampına gönderilmesi ve oradan da faşist Alman ordusuna asker olarak alınmasıyla devam eder. Faşist üniforması içinde komünist Alman genci adım adım kendini firara hazırlar. Roman baştan sona bu hazırlanışın içsel sürecini anlatır. Bu yetkin bir anlatımdır. Çünkü Özgürlüğün Kirazları aynı zamanda bir otobiyografik romandır. İçinde bulunduğu durumun usavurumunu şu cümlelerle yapar: “Özgürlüğün bir an bile yaşanmadığı bir yaşam da olasıdır; ama bu, onun değersiz olduğunu göstermez” (Özgürlüğün Kirazları, s. 68) Her durumda özgürlüğün olmadığı bir yaşam, yaşanılmaz bir yaşam olmayabilir. İnsan onu gerçekleştireceği bir eylemle değerli kılabilir. Burada bu eylem firardır. O da öyle yapar ve Alman ordusunun yenilgisi kesinleştiğinde İtalya’nın bir kasabasında firarını gerçekleştirir. Çukurluk bir yerde bir yaban kirazı ağacına rastlar ve roman şu tümcelerle biter: “Kiraz yediğim sürece, zaman bana aitti. Kirazlarıma bir isim koydum: “cilige diserte”, terk edilmiş kirazlar, firarî kirazı, özgürlüğümün yabani çöl kirazları. Bir avuç yedim. Taze ve burukturlar.(age, s. 98)
O özgürlüğün kirazlarını yerken ikinci örnek ise Valentin Rasputin’in Yaşa ve Anımsa’sıdır. Rasputin yine İkinci Dünya Savaşı’nın Andersch’in roman kahramanın karşısında düşman olarak yer alan bir Sovyet askerinin “firarı”nı anlatır. Bu Sovyet askeri bir “mujiktir”. Onun firarı Özgürlüğün Kirazları’nın firarisi gibi savaşı ve özgürlüğü bir varoluş sorunu, bir olmak ya da olmamaktan kaynaklanmaz. O ne “yaşam özgür değilse bile bu onu değersizleştirmez” diyecek kadar entelektüeldir, ne de firarını Andersch’in kahramanı gibi bir özsavunma aracı (Valentin Rasputin, Yaşa ve Anımsa, s. 83) olarak görür. O sadece ve sadece eşi, sevgilisi Nastyona’sına gelecektir. Rasputin mujikin firarını evrensel insan hakları bağlamında “haklı” nedenler bulmak ve sosyalizm sövgüsü için kullanır. Benedetti’nin tam tanım olduğunu söylememizi sağlayacak şey neyi “güzellediğini” görmekle olanaklıdır. İhaneti mi yoksa firarı mı? İnsanlık tarihi boyunca “ateşin ve ihanetin” içinden geçerken de edebiyatın söyleyecek çok sözü olmuştur. Tıpkı bugünkü gibi. Bu onun toplumsal karakteri. Başka türlü kendini gerçekleştiremez.