İdeolojilerin kendiliğinden üretimi dışında bilinçli olarak üretimi, entelektüellerin, aydınların, bu nedenle de büyük ölçüde küçük burjuvaların uğraşıdır. İdeoloji tartışması kaçınılmaz olarak, entelektüelin, aydının ele alınmasıdır.
İdeolojiden politikaya yazılarımızın ilkinde, Marks'ın, hakim düşüncelerin hakim sınıfların düşünceleri olduğuna dair gözlemini yazmıştık. Bu gözlemin bu yazının konuya uyarlanması, yani ideolojinin bilinçli olarak üretilmesi, nasıl olabilir? Hakim sınıfın en önemli, etkili entelektüelleri ve onların düşüncelerinin, nasıl hakim hale geldiği sorusu örneğin. Ya da, hakim olmayan, karşıt, eleştirel düşüncelerin, bu hakim olanlar karşısındaki konumu.
Hakim düşünceler toplumsal yaşamın her alanına hükmeder, ya da en azından sızar, etkisi altına alırken, karşıt düşünceyi üretmekle kendini sorumlu ve görevli görenlerin, ya da bu türden bir işlevi herhangi bir nedenle görmekte olanlar, şu sorunla karşı karşıyadır: Karşıt olan da, hakim olanı öğrenerek, hatta kabul ederek, düşünmeye, başlar.
Türkiye'de karşıt ideoloji üretimine doğrudan dahil olanların, özellikle sosyalistlerin, “başlangıçlarına” bakalım: 1) Kemalizmin mirası, etkisi, zayıflasa da, paradigmatik etkisi; 2) Kemalist sosyalizmin, henüz azalmayan gücü ve etkisi; 3) Yakın dönem sözde yeni liberalizmin ve uygulamalarının yanında, postmodern ve post-Marksist metinlerin etkisi; 4) 28 Şubat 1997 ve son 14 yılın son sersemletici, güven kırıcı etkisi ve devamlılığı.
Bu etkilerin ideolojik özleri, paradigmaları şunlar olmuştur: 1) Ulusal bağımsızlık, modernleşme; 2) Tam bağımsız Türkiye ve anti-emperyalizm, ve demokratik bir sosyalizm, daha doğrusu, halkçı, sosyalist bir demokratik cumhuriyet; 3) Sözde yeni sağ liberalizm ve sol post-modern dalgalara karşı direniş ve yeniden diriliş çabaları; 4) Laiklik sorunu ve Kemalizme gerileyerek, Cumhuriyetin “kazanımlarına” sahip çıkmak, diğer deyişle, “demokrasiye” geri çekilmek.
Dikkat çekici olan, sosyalistlerin, en güçlü oldukları, hakim olana karşıt ideoloji üretebildikleri dönem, 2.maddelerdedir, 1960-1980 arasında, özellikle de, 1970'lerin ortasıyla 1980 arasıdır. Bu özel dönemin özelliği, Türkiye sosyalist solunun en fazla kendi olduğu, hakim ideoloji ve paradigmalardan en fazla uzaklaştığı dönem olmuş olmasıdır. 78 Kuşağı, 68'i aşmak üzeredir. Fakat aşmaya engel, bu kez Kemalizm ve zayıflayan etkisi değil, her türden Maoculuk, Kastroculuk, Geberacılıktır. Bilinen gerçeği bir daha anımsatalım: Yükselen işçi sınıfına rağmen, kentsel sanayi temelli bir sosyalizm yerine, köylü, halkçı, gerillacı, kentsel ya da kırsal, bir “sosyalizm” mücadelesi verilmiştir. Faşizme karşı da mücadele edilmektedir. Mahalle direnişleri ve savunma...
Geçmişe dönük bakıldığında, şu saptamaları yapabiliriz: Bizim sol yabancı ve dışsal ögelerden, akımlardan gereğinden fazla etkilenmekte, kendisi olmaya karşı adeta direniş göstermektedir. Kemalizmin yerini Maoculuk, komitacılığın yerini Geberacılık almıştır.
1980 sonrası sola musallat olan bir diğer illet, sanıldığı gibi liberalizm değil, bizzat demokratlığın kendisidir. Öyle ki, sosyalizmle demokrasi arasında artık ciddi bir ayrım bırakılmamıştır. Demokrasi adeta kutsal bir kavram olarak, tüm zihinleri işgal etmiştir. Demokratik bir hukuk devleti, demokratik haklar ve güçlü bir sivil toplum. Mağdur olanlara, dışlananlara, her türden azınlığa özgürlük… Tüm bu değerlere ulaşmak ve ulaşıldığında elde tutabilmek için de, AB gibi bir bölgenin parçası olmak.
Tüm bunların üzerine bir de tarihsel bir parantez mi, tümüyle yıkıcı bir dönem mi olduğu hala tartışılan AKP dönemi gelmiştir. Demokrasinin en önemli ögesinin bu kez, laiklik olduğu anlaşılmıştır. Yeni demokrasinin kutsallığına laiklik kutsal suyu da eklenmiştir.
Bu yazının bazı okuyucularının, fazla olmamaları beklenir, “ne yani, sosyalistler demokratik değerleri ellerinin tersiyle bir tarafa mı atmalı, bu mu istenilmektedir”, diye sorabilecektir. Oysa sorun şudur: Hiçbir sosyalizm, demokrasinin karşıtı olan otoriterliği, ayrıcalıklarla dolu bir toplumu, dışlayıcı bir siyasal sistemi savunmaz. Hiçbir sosyalist laikliğin karşıtı olarak, teokratik bir devleti, toplumsal yaşamın dinsel ölçütlere göre düzenlemesini, örneğin dini gerekçelerle yasaların yapılmasını, istemez, isteyemez.
Sorun, daha fazlasını istemektir. Demokrasiden daha fazlasını… Ancak böylelikle bir demokratla bir sosyalisti birbirinden ayırabiliriz. Bir sosyalist, demokratlığın gereklerine, demokrat taleplere elbette karşı çıkmaz. Sorun, sosyalistin kendisinin bu demokratik görevleri sosyalist bir görev olarak görmesi, sosyalist görevleri, talepleri bırakmasıdır.
Liberallerin demokratik hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, anayasal vatandaşlık tartışmaları, laik devlet talepleri, bu halleriyle sadece demokrasi talebidir. Sosyalist, bu tartışma ve taleplere, neden sosyalist hukukun en azından bazı ögelerini sokmasın? Ya da, bizzat demokrasi en genel anlamı ve kapsamında tartışılıyor, talep ediliyor, sosyalist neden, sosyalist demokrasi üzerine konuşmasın? Laiklik talebi gereklidir, doğrudur ama bir sosyalist bir demokrattan daha fazla, daha ötede, sözler söyleyebilmelidir.
Sosyalist demokrasiyi reddetmez, ama demokrasinin “limitlerini” her zaman gösterir ve bu limitlere nasıl yaklaşıldığını, bu limitlerin az ötesine en azından, nasıl geçilebileceğini, düşünür, gösterir, yazar.
Hukuk önünde eşitlik istemek, demokratlıktır, gerekir ve değerlidir. Sosyalist, hangi eşitlik diye sorarak “sosyalist politika” yapmaya başlar. Yavaş yavaş, “toplumsal eşitlik”, “ekonomik eşitlik” gibi başka türden eiitlik tür ve seviyelerine atıf yapmaya başlar. Orada anlarız ki, sosyalist demokrattan daha ileri, kapsayıcı ve sahicidir.
Özgürlük savunulur, her hangi türü olursa olsun. Demokrat, yazma çizme, düşünce yayma, konuşma, örgütlenme özgürlüklerini söylemeye başlayacaktır hemen. Doğrudur, hepsi gereklidir ve savunulmalıdır. Ama sosyalist sadece demokrat olmakla yetinemez. Kendisi olmak isterse elbet…
Özgürlük, bireyler, halklar, “cemaatler”, kadınlar... için. Negatif, ya da pozitif olsun. Liberal ya da sosyal demokrat, birini seçelim. Oy verme hakkına bir de sendika kurma hakkı ekledik. İlerleme mi, hem de büyük bir “demokratik” ilerleme. Ama sosyalist burada kalabilir mi?
Bir sosyalist demokrasiyi reddetmez, ama örneğin sendikalar ve refah devleti tartışması yapılıyorsa, Avrupai türden, mutlaka, Lenin'in “tekel rantı” ve Avrupalı proleterler hakkında yazdıklarını anımsar. Dile getirmese bile, bu bağlantıyı dikkate alır.
İşte en can alıcı, güncel, sıcak konumuz: Laiklik ve AKP sorunu. Özellikle sosyalist ve sosyal “demokrat” yayınlar ve teşhirler sayesinde, artık din ve ahlak arasında olumlu ve zorunlu bir ilişki olmadığı ortaya çıkarılmıştır. Din ve adalet bağlantısının zayıflığı, hatta aralarında zıt bir ilişki olduğu gösterilebilmiştir. Dindarların devleti nasıl yönettikleri teşhire bile gerek kalmadan ortaya çıkmıştır. Ancak, bu çabalar demokratlığın ötesinde, sosyalist çabalar olsaydı sadece, çok daha fazlasını elde etmiş olurduk. Örneğin, dinin hangi kesimlerin ideolojisi olduğu, sınıfsal kökleri, daha fazla vurgulanmış olurdu. Laiklik tartışmaları, yükselen taşra burjuvazisi ve ideolojik donanımı üzerine yapılabilirdi. Laik olan ve gittikçe ulus ötesi bağlantılar kurmuş olan ve hala tekel konumunda bulunan kapitalistlere ve bu kesimlerin yanında yükselen taşraya, Anadolu'ya, aralarındaki ayrımlara, daha fazla vurgu yapabilir, böylelikle sadece demokrat değil, daha fazla sosyalist olabilirdik.
Sosyalist, demokrat olmakla yetinemez. Bir haberi yorumlarken, bir hukuk davasını ele alırken. Ya da, türban konusunda, ya da, “yeni anayasada laiklik olmamalı” ifadesine karşı.
Yazımızın girişinde, sosyalistlerin başlangıç olarak ele aldıkları, karşılaştıkları hakim düşünceler ve onlara karşı konumları üzerine yazmıştık. Kemalizmden büyük ölçüde kurtulmak olanaklı olmuştur. Kemalist sosyalizmden biraz daha az. Postmodernizmden daha da az. Şimdi, karşımızda, 28 Şubat 1997 ve son 14 yılın AKP'si, yeni muhatabımızdır.
Sosyalist olarak acizane, yine diyalektik uyarınca, şunları görebiliyoruz: Laiklik çok zayıfladı, doğrudur, ama onun karşıtları da tarihsel olarak son demlerini yaşıyorlar. Eski usul laiklikle birlikte, eski usul İslamcılık, siyasal İslam da sona doğru yaklaşıyor.
Tekrar edelim: Sosyalist sadece demokrat olmamalıdır. Kullandığı kavramlar, strateji ve taktikleri, haliyle etkilemek, yanına çekmek istediği sınıf ve kesimler için, demokrattan daha fazla, sosyalist olmalıdır.
“Biz zayıf demokrasinin, zayıf demokratların iş ve görevlerini de üstlenmek zorundayız ama” gibi bir itirazı hemen duyar gibiyiz.
Yanıt basit ve kısadır: Merak edilmesin, Türkiye'de demokrattan geçilmiyor.
***
"İdeolojiden politikaya" bir yazı daha, bitecek. Çağrışım yapmış olmalıdır. Son konumuz, ünlü XI. Tez üzerine olacak.