Bir önceki yazımızda, bu yazının özel olarak, sosyalizm, sosyalist hareket, ideoloji ve sosyalist politika hakkında olacağı söylenmişti.
Marks, Engels ve Lenin’de “ideoloji” olumsuz bir anlam taşımaz. Daha sonra özellikle Althusser, ideolojiyi bilimin karşısına yerleştirerek, Marksist teorinin bilimselliğini geliştirmek ve altını çizmek istemişti.
Ancak, biz ideolojinin sınıflarla, sınıfların eylem ve mücadeleleriyle ilgili, özel olarak siyaset içinde yer alan, bu nedenle de siyasal ideoloji halinde kullanılan, düşünceler, iddialar, tezler ve kanıtlama biçimlerinin bir bütünü olarak görüyoruz. Haliyle, ideoloji ve teori arasında bir benzerlik, paralellik görüyoruz. Teori, içiçe geçmiş, bağlantılı kavramlarla bir bütünü anlamak demektir. Örneğin, emek, sermaye, artık, artık değer kavramlarıyla, kapitalist ilişkilerin bütününü anlamaya çalışırız. Söz konusu kavramlar, farklı teorilerde bulunabilir. Ancak, içerik ve karşılıklı ilişkileri, teorileri birbirinden ayırmamıza olanak verir. Bu da, ideolojimiz sayesinde ve nedeniyle olur. Dolayısıyla, teorinin temel kavramlarına verilen anlamlar ve bu kavramların belli bakış açısıyla kullanılması, ideolojimizden kaynaklanır. Bir Marksist için artık değer kavramı sömürü, sermaye birikimi kavram ve teorileriyle ilişkilidir. Bir liberal ise, bu kavramı en bir “katma değer” olarak görür ve bu değerin kaynağı olarak da, üretim faktörlerinin sermaye tarafından harekete geçirilmesi ve karşılığında elde edilen ilave zenginlik olarak görür. Esas devindirici ve yaratıcı güç, sermaye ve sermayedardadır. Her üretim faktörü sahibi, katkısının karşılığı alır. Biri ücret, diğeri rant, bir diğeri faiz, bir diğeri, sermayedar da, kar olarak. Oysa her faktör sahibinin katkısı oranında karşılık aldığı düşüncesi, özellikle Marks’ın Kapital’inden sonra, temelsiz bir düşünce haline gelmiştir. Özet, bir sömürü ilişkisi vardır ve emek sahibi, emekçi, ürettiğinin sadece bir bölümünü almakta, gerisini üretim ilişkisi içinde sermayedara ve dolaylı olarak diğer sınıflara aktarmaktadır.
Daha çok örnek vermeye gerek yoktur. Kavramla aynı olsa bile, teoriler farklıdır ve bu fark da, özel olarak ideolojilerin farklılığından kaynaklanmaktadır.
Sosyalist hareketi diğer siyasal hareketlerden ayıran, gayet açık, sosyalist teori ve bu teorinin kavramlarıdır. Bu kavramların farklı teorik bağlantıları, daha önemlisi farklı ideolojik içerik ve açıklama biçimleri bulunmaktadır. Bir Marksist, istihdam ilişkilerine bakarken, bir liberalden neredeyse tümüyle farklı süreçleri görmektedir. Üretici güçlerin gelişme seviyesi, bekletilen, kullanılmayan ya da kullanımdan düşürülen emek gücünü, çalışma saatlerini, emekçilerin sınıfsal örgütlenme seviyelerini, sınıf bilinçlerini vs... Liberal ya da muhafazakarın, hatta sosyal demokratın böyle düşünmediğini söylemeye gerek bile yoktur. Kavramlar, teoriler, ideolojiler farklıdır.
Tekrar edelim, bir siyasal hareketi diğerlerinden ayıran, kullandığı kavramlar, içerikleri, teorisi, bu nedenle de ideolojisidir. Buradan hemen şu diyalektik geçişi yapabiliriz: Siyasal hareketleri birbirine yaklaştıran da, aynı nedenle, kullanılan kavramlar, teori ve ideolojidir. Kavramları her hareket aynı içerikle ve aynı karşılıklı bağlantılarla kullanmış olsaydı, teorik düşünce kalırdı, ama ideolojilerin yok olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Her hareket, her insan gibi, laiklikten, emekten, yoksulluktan, ekonomik gelişmeden, devletten örneğin, aynı anlamları çıkarır, aynı dili kullanarak, zenginliği ve iktidarı ortak kullanabilirdi. Ancak, iyi bilinen gerçek nedeniyle, toplumun sınıfsal bölünmüşlüğü, çıkarların, ideolojilerin, haliyle teorilerin farklılaşmasına, daha da ötesi çelişip çarpışmasına yol açar. En geniş anlamıyla, çıkarlarımız farklıysa, hatta biriyle çelişik durumdaysa, aynı düşünemeyiz, aynı ideolojiye ve teoriye sahip olamayız.
Sosyalizmin ve sosyalist hareketin teorisi açıkça ve özel olarak işçi sınıfının sınıf çıkarlarıyla ilişkilidir. Bu çıkarlar, bu sınıfa yakın duran ya da sempati gösterenler tarafından da görülür, benimsenir. Sosyalist olan küçük burjuvazi, işçi sınıfının sınıf çıkarlarına ideolojik çerçeve verip, teorize eder. Bu nedenle de, sınıfsal olmasa da, teorik ve ideolojik olarak o sınıfın parçası, hatta düşünsel, örgütçü lideri, önderi olur. Bu liderlik, önderlik kendiliğinden gerçekleşemezse, kaçınılmaz biçimde, “dışarıdan bilinç” sorunu, gereksinimi ortaya çıkar.
Kavramların kullanımı, en geniş ve derin anlamıyla, sınıfsal çıkarların, haliyle ideoloji ve teorilerin farklılığıyla ilişkilidir dedik. Burada kavramlara hakim olmanın, bu kavramları kamusal alanda yayıp benimsetebilmenin önemine değinmeliyiz. Özel olarak, kavramlarımızın başarısından söz ediyoruz.
Kavramların başarısında en önemli test, onların karşıt siyasal ve ideolojik hareketler tarafından benimsenip benimsenmediğidir. Açıklayıcı en güzel örnekler, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye sosyalist hareketinin kullanıp karşıtlarına bile bir biçimde benimsettiği kavramlardır. Bu dönem Türkiyesinde , faşizme yaklaşmış ülkücüler bile, sosyalistlere “devrimci” demektedir. Büyük bir iltifat ve gizli bir öykünmeyi içerir. Sosyalistlerin özellikle ekonomik gelişme ve siyasal bağımsızlık arasında kurdukları bağlantı, sosyal demokrat solu da, İslamcıları da etkisine almıştır. Erbakan hareketi adeta, sosyal yönü olan, İslamcı, bağımsızlıkçı, ağır sanayici bir İslamcılıktı. Tümüyle sosyalist solun başarısı ve etkisinden kaynaklanmaktadır. Yine, her türüyle birlikte sosyalist soldan dolayı, 12 Eylül anayasası bile, biçimsel ve pragmatik dahi olsa, Atatürkçü, laik bir iddiaya sahip çıkmak zorunda kalmıştır.
Ancak, kavramların başarısı, her zaman uzun vadeli başarılar getirmemiştir. “Tam bağımsız Türkiye” sloganı, özel olarak “bağımsızlık” kavramı, sosyalist solu Kemalizme, ulusal sola, en geniş anlamıyla Maoculuğa yakın bir hatta yaklaştırmıştır. Sanıyorum artık “bağımsızlığın” eski anlamlarının ötesine geçme gereği daha fazla anlaşılmaktadır. Çünkü “bağımsızlık” en nihayetinde, “ulus-devletler”ce oluşturulan “uluslararası sistemin” içinde, “ulusal egemenlik” kavramıyla ilişkilidir. Ulusal egemenlikte, ulusal burjuvazinin doğrudan ve dolaylı olarak denetlediği, hakim olduğu, piyasa, devlet, ve üzerine yükseldiği yurttaş anlaşılmalıdır. Ancak, soruna pek de öyle yaklaşıldığı söylenemez.
Sosyalist hareket, bu gün hangi temel kavramlarla, hangi teorik çerçevede düşünüyor, gelişiyor?
Şu gözlem ve tespitleri yapıp, bu yazıyı bitirmeye çalışalım:
Kürt sorunu 1910’ların liberal ya da Leninist çerçevede olsun, ya “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde, ya da yine eskiye savrulunarak, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal kimlik” çerçevesinde düşünülüyor;
“Bağımsızlık” düşüncesi, “bölgesel” ve “küresel” coğrafi “seviye” ve “alanlarla” ilişkili olarak henüz kavramsallaştırılamıyor;
Laiklik kavramı, henüz “sosyalist” içerikle kavramsallaştılmış bulunmuyor;
“Din” ve “dindarlar”, İslamcı hareket arasında titiz ayrımlar henüz yapılmıyor;
“Kamu” ve “kamusallık”, “kamuculuk”, “kamu ekonomisi”, aslında liberal geleneğe savrulunarak, ele alınıp, propaganda ediliyor;
“Devlet” ve “hükümet”, “devlet iktidarı” ve “siyasal iktidar” ayrımlarına özel bir dikkat verilmiyor;
“Halk”, “sınıf”, “yığın”, “kitle”, “ulus” arasında, titiz sosyalist kavramsallaştırmalar yapılamıyor;
Daha önemli ve yaşamsal olansa, hala ne kadar Lenin, ne kadar Mao, ne kadar Euro-komünizm, sorularını gizli gizli, içimizde, soruyor olmamızdır. Bu yazının okurları için özel olarak söylemeliyiz: Bir “neo-Marksizm Leninizm” henüz geliştirilememiştir.
Kavramlarımız, ideolojimiz, teorimiz ve haliyle hareketimiz kapsamında, hem güncel hem de tarihsel gereksinim, görev, budur!
“Dışarıdan bilinç” mi? “Öncü” mü? “Emperyalizm” mi? “Kendi kaderini tayin hakkı” mı? “Proletarya diktatörlüğü” mü? “Profesyonel devrimciler” mi? “Sovyet iktidarı” mı? “İkili iktidar” mı?
Hemen ve sadece "evet" denilmesi, yeterli bulunmamalıdır! İleri gidilecekse eğer!
***
Konuya, sonraki yazıda devam edeceğiz: İdeolojiden politikaya VIII.