İdeolojiden V’in sonunda, daha sonra ideoloji ve devlet ilişkisini ele alacağımızı yazmıştık.
Önce bazı eski soruları sorarak başlayalım: 1) Devlet iktidarı ve siyasal iktidar aynı olgular mıdır?2) İdeolojinin üretiminden esas sorumlu özneler ya da kurumlar hangileridir?
Bu soruları yanıtlamak için 1980 öncesinde bazı Avrupalı Marksistler arasında geçen hararetli tartışmaları tekrar etmeyeceğiz. N. Poulantzas ve R. Miliband ve E. Laclau, ve ikinci kısım içinse, L. Althusser. Bir de, devlet-sivil toplum bağlamında tüm Gramscian tartışmaları. Ancak, tekrar etmesek de, bazı anıştırmalar ve “ekolar” olacaktır.
***
Devlet iktidarı siyasal iktidarı kapsar ve onu aşar. Siyasal iktidar bir anlamda hükümet güçleridir. Devlet, tüm hükümet güçlerinin yanında merkezi ve yerel tüm teşkilatları, yargı kurumlarını, yasama faaliyetlerini de kapsar. Bunun da ötesi, kendine bağlı ya da kendiyle içice geçmiş sivil örgütleri ve süreçleri de içine alır. Sivil toplum zayıf ya da korumaya kollanmaya muhtaçsa, devlet uzanabildiği kadar uzanır, müdahale edebildiği kadar eder. Özellikle, egemen sınıf zayıfsa, modern burjuva devleti tam olarak ortaya çıkmamışsa, devlet olağan durumda sivil toplumca gördüğü işlevleri de yerine getirir. Ancak yine de, devlet sivil toplumun içinde yer alır, onun tarafından sınırlandırılır. Bu sivil toplum zayıf ve cılız olsa bile. Bu durum, sadece burjuvazinin zayıflığı ve henüz palazlanmadığını gösterir. Burjuvazi, kapitalist sınıf, çok güçlendiğinde de, paradoksal biçimde, devlet yine güçlüdür, ve her yana dal budak sarmıştır. Ancak bu durumda da, kapitalistlerin sisteme, hem sivil topluma hem devlete, tümüyle hakim oldukları görülür.
Devlet sivil toplumun içinde yer alır dedik, aynı mantığı ekonomi ve politika için de kullanmalıyız. Siyaset de, ekonomi içinde yer alır ve onun tarafından sınırlandırılır. “Belirlenme “ilişkisini, içinde yer alma ve sınırlanma olarak sunduğumuz gözden kaçmamalıdır.
Siyasetin neden ekonomik alan içinde yer aldığı ve onun tarafından sınırlandırıldığı çok açıktır. Siyaset, ekonomik ilişkilerin yarattığı ve tahsis ettiği para, zaman ve bilinçle yapılır. Ekonomik konumunuza göre bu parayı, zamanı, bilinci bulursunuz. Geçmiş dönemlerden kalma aristokratik kesimleri bir tarafa bırakırsak, siyasetin kimler, hangi sınıfsal kesimlerce yapılacağı da açıkça görülür. Ne burjuva kapitalist kesim, ne de işçi sınıfı, ama büyük ölçüde küçük burjuvazi tarafından. Burjuva kapitalist kesimler zenginliğin üretimi ve dağıtımından sorumlu ve görevli oldukları için, sadece ideoloji üretimi değil, siyaset yapmak da, küçük burjuvaziye kalır. Daha doğrusu bir kesim bu alana girer.
Kısa ve özet olarak söyleyelim: Şair de, ideolog da, gazete yazarı da, sivil toplumu harekete geçirenlerin ezici çoğunluğu da, devlet görevlerini yerine getirenler de, çoğunlukla, küçük burjuvazidir. Farklı işlevlerle donatılmış olsa da, bu sınıfın ya da katmanın hem siyaset yaptığını, hem de ideoloji ürettiğini söyleyebiliriz. En uç örneklerse, bir tarafta sadece ideolojiyle ilgilenenler, ideologlar, teorisyenler, fikir ve estetik üretenler, öte tarafta ise, özellikle sivil ya da devlet örgütlenmesi içinde pratiğe yoğunlaşanlar bulunur.
Örneklerle daha da açalım.
İlk durumda, saf anlamda ideologluk, teorisyenlik, fikir ve estetik üreticiliği yapıyorsunuz. Kendinizi devletin ve sivil toplumun dışında, daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, sınıfların arasında olmaktan kaynaklanan bir sınıf-üstü konumda görüyorsunuz.
İkinci durumda ise, bir küçük burjuva olarak devlet memurusunuz, memur olarak avukatlık ya da mimarlık yapıyorsunuz. Sadece pratisyen olsanız bile, mezun olduğunuz okulda, üyesi olduğunuz meslek örgütünde edindiğiniz meslek ideolojiniz vardır. Bu meslek sahipleri “hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti”, “kamu yararı” gibi kavramlar çerçevesinde düşünüp meslek pratiklerini yerine getirirler. Ya da, diplomatsınız ve “ulusal çıkar” kavramı çerçevesinde, devlet görevinizi yerine getirirsiniz. Örnekler en az küçük burjuvalarımızın mesleği kadar çok olacaktır. Hekimseniz, “parasız sağlık hizmeti”, “eşit sağlık hizmeti” fikirleri üzerinden devlette ya da sivil örgütünüzde faaliyette bulunur, düşünürsünüz.
Yukarıda devleti sivil toplumun, siyaseti de ekonomik alanın içine yerleştirmiştik. İdeolojiyi yerleştireceğimiz yer ise, bizzat siyaset alanının içidir. Açıkça görülüyor olmalıdır, devleti çevreleyen, sınırlandıran sivil toplumsa, ideolojiyi çevreleyip sınırlandıran siyasal alandır. Daha önceki yazılarımızda belirtildiği gibi, siyasal alan da, daha geniş ve güçlü, ekonomi alanı tarafından çevrelenir, sınırlandırılır.
İdeolojinin siyasal alan tarafından çerçevelenmesi, ideolojiyi özel olarak “siyasal” ideolojiler” alanına yerleştirir. Gerçekten de, siyasal olmayan bir ideoloji, modern toplum ve devletin gelişmesiyle bilikte, neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Dini düşünceler siyasetin sadece desteği, malzemesi, atıf alanı olabilir sadece. Özerkliklerini tümüyle kaybetmişlerdir.
Devletin kavramsal ve diyalektik karşıtı ya da muhatabı nedir sorusunun yanıtıysa, Miliband-Poulantzas’ın 1980 öncesinde yaptıkları tartışma çerçevesinde yanıtlanamaz. Devlet iktidarı-siyasal iktidar ayrımı yapmanın tek yararı, sosyalistlerce ele geçirilen iktidarın henüz sadece siyasal iktidar olabileceği, hızla devlet iktidarının da ele geçirilip, “parçalanması” ve “yeni devletin” yaratılması gerektiğini göstermesidir. Çünkü, ele geçirilen siyasal iktidar ve devlet iktidarı, eski sınıfın yükselişi ve çıkarlarına uygun biçimde gelişmiştir. Yeni hakim sınıf, eski hakim sınıfın iktidar araçlarını, ortamlarını kullanamaz. Daha da iyi anlaşılması için şunu da demeliyiz: Yeni hakim sınıf, eski hakim sınıfın yönetirken kullandığı “sarayları” bile kullanmamalıdır.
Siyasetin içinde aslında siyasal ideolojiler halinde üretilen ideoloji, devlet tarafından da üretilmez mi diye sorulacak, Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” içinde geliştirdiği teori anımsatılacaktır. Devlet de ideoloji üretmekte ve bu üretimde belli kurum ve “aygıtları” kullanmaktadır elbette. Ancak, burada sunulan, önerilen teorik şemaya göre, ideoloji siyasal alan içinde ve bizzat siyaset için, siyasal ideolojiler biçiminde üretilmektedir. Üretimi sınıfsal dille söylersek, doğrudan küçük burjuvazi gerçekleştirmektedir. İdeolojiyi gerek devlet gerek sivil toplum içinde örgütlü, küçük burjuvazi üretmektedir. Devlet ideoloji üretip yayarken, öğretmenler, imamlar, maaşlı sanatçılar, akademisyenler örneğin, bu işlevi yerine getirmektedir. Ama bu kesimler sivil toplumda da, aynı iş ve görevleri yerine getirirler. Küçük burjuvazi, devlette ya da sivil toplumda iş tutabilir, çalışabilir. Devlette istihdam edilip iş tutmak, farklı olarak, bir devlet ideolojisi üretiminde yer almayı da gerektirir. Devlete hakim olan, onu denetleyen sınıf, sadece ekonomik alana değil, siyasal alana, devlet aygıtına da hakimdir. Devlet haline gelmiş bu sınıf, sadece ekonomik alanı değil, siyasal alanı da dolaylı denetiminde bulundurur. Sınıf egemenliği, devlet egemenliğiyle taçlandırıldığı için, sınıfının ötesinde diğer sınıfları, tüm ulusu da dikkate alarak yönetmek gerekir. Sınıf ideolojisinin içeriği korunmakla birlikte, ulusal, kamusal bir ideolojiye de dönüştürülür. Sınıf çıkarı değil, “kamu çıkarı” gibi bir kavram ve kavrayış, teori geliştirilmelidir. İlgili mesleki donanıma sahip küçük burjuva kesimleri bu görevi yerine getirecektir. İşsizlik ve yoksulluk karşısında, liberalizm “sosyalize” edilecek, “pozitif haklar” propagandası yapılacaktır. İki sınıf arasında yer alan küçük burjuvazimiz, liberalizmin, piyasanın, sermaye birikiminin yanına, sendikal hakları, yeni siyasal özgürlükleri koymayı ilk düşünecek sınıftır.
İdeolojinin üretiminde, elbette ekonomik alan da söz sahibidir. En geniş ve en soyut anlamda, Marks’ın “meta fetişizmi”, kapitalist ekonomin bizzat, siyasete ihtiyaç duymadan yarattığı bir ideolojidir. Hatta bu ideoloji, diğer tüm ideolojilere de rengini, kokusunu verir. Çünkü, meta fetişizmiyle birlikte, kapitalizme, kapitalistlere, emeğe, emekçiye, devlete ve devlet görevlilerinin söylediklerine farklı bakarız. Meta fetişizmi nedeniyle, yığınlar, emekçiler, kapitalistler olmadan üretim sürecinin gerçekleşmeyeceğine inanırlar. Kapitalistler, üretimle birlikte, tüketimin, zenginliğin, refahın zorunlu ögesi olarak görünür. Hatta, özgürlüklerinin, demokrasinin bile zorunlu ögesi, hatta yaratıcısı olarak.
Yukarıda, devletin hakim sınıfın ulusal düzeydeki, haliyle kendine egemenliği nedeniyle, sadece sınıf ideolojisi sunamayacağını belirttik. Devlet, genel, ulusal, kamusal bir görünüm ve içerikle ideoloji alanına girer. Burada, siyasetçiler, bürokrasi ve geniş memur tabakasının büyük ölçüde küçük burjuvazi içinde yer aldığını anımsayalım. Hem devlet, hem de tüm devlet görevlileri, tüm seçilmişler ve atanmışlar, Gramsci’nin kavramını kullanırsak, bir “siyasal toplum” oluştururlar. Gramsci’nin burada kastettiği, egemen sınıftan daha geniş ve kapsayıcı bir kavram olarak görmemiz gereken, “yönetici sınıf”tır. Yoksul ve alt düzeyde görevlerde bulunan devlet memurları ve kamu işçileri ayrı, “yönetici sınıf”, hem egemen sınıfı, hem de yönetim işlevi edinmiş tüm üst düzey politikacıları, bürokratları, teknokratları, entelektüelleri içine almaktadır (Bu kavramlarla ilgili olarak tarafımca yapılmış bazı çalışmalara bakılabilir. Örneğin “Conceptions of Hegemony...” ve “The Sphere of Political Economy and the Ruling Class”). Bu nedenlerle de, devlet ideolojisi olarak gelişen ve topluma sunulan ideoloji, egemen sınıfın yönetici sınıf olarak sunduğu, çoğu zaman “kamusal” ya da “ulusal” nitelikte görülen, gösterilen düşüncelerdir. Kamu yararı ya da ulusal yarar düşüncesi olmadan, ne yeni bir yasa yapılabilir, ne de bir kasabanın yolu. Ne de bir mahkeme karar alabilir.
İdeolojiyi neden siyasal alanın içine yerleştirdiğimiz ve ideolojilerin neden kaçınılmaz biçimde siyasal ideoloji olacağını biraz daha netleştirerek yazımızı sonlandıralım:
Siyasetin, siyaset yapmanın, siyasal sürecin kendisi ideoloji gerektirir. Siyaset yapan, ideolojiye, siyasal ideolojiye ihtiyaç duyar. Ama, duymanın da ötesinde, ideoloji de üretir. İdeoloji bu anlamda, siyasal sürecin bir gereği ve yan ürünüdür.
Siyaset yapanlar, siyasal ideolojileri hem hazır bulurlar, öğrenip içselleştirirler, hem de siyasal ideoloji üretirler. Ancak, “hazır” bulunan ideolojilerin öğrenimi de, içselleştirilmeleri de, tam ve kusursuz gerçekleşmez. Hele de siyasal yaparken kullanılmaları.
Kaldı ki, her siyasal ideoloji diğer siyasal ideolojilerle rekabet halindedir. İdeolojilerin değişimi bu nedenle de kaçınılmazdır.
Değişime direnen ideoloji olabilir mi diye sorulacaktır. Siyasal ideolojiyse, olamaz. Siyaset dışıysa, siyaset yaparken kullanılıp yeniden üretilmiyorsa, doğmalar alanına atılmış demektir. Ama, dinler bile bu alana atılmaz, değiştirilip yeni işlere koşulurlar.
***
Bir sonraki yazımız, özel olarak, sosyalizm, sosyalist hareket, ideoloji ve sosyalist politika için olacak: İdeolojiden politikaya VII...