İdeolojiden politikaya I

Soldan sosyalizm geliştiğinden, özellikle Marks'tan bu yana, teori-pratik ilişkisini tartışıyoruz. Bu sorunu, ideoloji- politika ilişkisi olarak da ele alabiliriz. İdeoloji politik sistemi anlamak için kullanılan inançlar ve düşünceler sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tarif, ideolojiyi kavramsal gözlük olarak görür. Takılan gözlüğe göre, görür, sonra da yorumlarız.

İnançlar ve düşünceler, sistemli olarak üretilir. Ancak, ideolojinin sistemli olması ideolojiyi benimseyen ve o çerçevede düşünenlerin sistemli düşündüğü anlamına gelmez. İdeolojisini sistemli düşünenler, kullananlar, sadece ideologlardır. Piyasa ekonomisinin propagandasını yapan televizyon yorumcusunun Adam Smith'i bilmesine ve onun gibi düşünmesine ne gerek vardır, bu ne de olanaklıdır. Özel mülkiyet eleştirisi yapan bir kişinin Proudhoncu ya da Marksist olması gerekmez. Ama sistemli düşünüp liberal ya da Marksist ideolog olanlar olur.

İdeoloji edinme sürecinde, hangi etken, kurum ve ortam belirleyicidir, tartışmalıdır. Aile, anne ve babanın otoriterliği. Ya da okul, müfredat, okunan kitaplar, öğretmenler. Elbette ilk edinilen ahlaki değerler, arkadaşlıklar, dönem, yaşanılan yer. Ya da, idoller, medya, ülkenin yaşadığı sorunlar, kişinin özel yaşam macerası, kişilik yapısı, evliliği. Burada bireye, onun neyin içine doğduğuna, neyin içinde geliştiğine, bakmış oluyoruz.

Ancak, Marks'ın dediği gibi, egemen sınıfın düşünceleri egemen düşünceler olarak, toplumsal alanda dolaşımdadır. Bu düşünceler, kitlesel tüketime uygun biçimde, kitlesel ve yaygın biçimde üretilirler. Ancak bireysel düzeyde sistemli ve bütün halde tüketilmezler. Parçalar halinde ve diğer ideolojilerle karışarak. Bu nedenle, ideolog olmayan birey, biraz liberal, biraz sosyalist, biraz İslamcı, olabilir. Ulusalcı olanda sosyal demokratlık, sosyalistlik ve liberallik pekala yan yana bulunabilir. İdeologlar ideolojilerini olanca saflığıyla üretmeye çalışır. Ama, alıcı, pek çok ideolojiden "yararlanır", beslenir. "İdeoloji karın doyurmaz" bilinciyle hareket edip, tümüyle pratik ve pragmatik bir kişiye dönüşebilir. Çoğu zaman da böyle olur. Ama, pratik ve pragmatik olmak da belli ideolojileri seçmeyi gerektirir. Kaldı ki, her zaman seçim söz konusu değildir. Seçim burada, yemek listesinden seçim yapmaya benzer.

İdeoloji sadece kavramsal bir gözlük değildir. Toplumla ilişki kurma aracıdır. Kişi edindiği ideoloji ya da ideolojiler aracılığıyla kendi yaşamını yaşadığı topluma bağlar. Yaşadığı topluma kendi yaşamını yerleştirir. Bu nedenle, ideoloji sadece anlama, anlamlandırma işlevi değil, toplumsallaşma işlevi de görür. Liberal kişi liberal olarak toplumsallaşır. Eğer faşistse, faşist olarak toplumsal ilişkilerini kurar. Toplumsallaşma seçenekleri, yine Marks'ın "egemen ideoloji" tespitini dikkate alırsak, geniş kitleler için bol değildir. Hakim ideolojiler ve onların çeperinde bulunan ideolojiler de vardır. Karşıt olanları da. Dolaşımda olan ideolojilerin gücü ve etkisine göre, toplumsallaşmanın niteliği belirlenir.

Bir kişi niye liberal olur? Tam olarak bilemeyiz. Ama, toplumun önemli bir kesimi neden liberal olur, bilebiliriz. Bu ideoloji hakim sınıf ya da fraksiyonu tarafından benimsenmiştir. Peki, bu sınıf ya da fraksiyon neden liberalizmi benimsemiştir, daha önemli ve açıklayıcı bir sorudur. Zaten söz konusu kişinin liberalizmi benimsemiş olmasının en önemli nedeni de budur, diyebiliriz.

***

Bireyin içine doğduğu toplumda hazır bulduğu ideolojilerin nitelikleri, kullanıma uygun olup olmadıkları, ideolojiler piyasasının "yasaları" tarafından belirlenir. Bir toplumda ya da toplumun bir kesiminde "eşitlik" yüksek bir değer olarak benimsenmiş olabilir. Ama, bu değer henüz politik anlam ifade etmeyebilir. Değerlidir, ama "para" etmeyebilir. Marks gibi söylersek, bu değerin henüz "mübadele değeri", "piyasa değeri" yoktur. İdeolojik değeri olan, politik değerine hemen kavuşmaz. Diğer deyişle, ideoloji hemen politik güce dönüşmez. Burada da Engels gibi düşünelim ve şöyle diyelim: Bir ideolojik değer "ihtiyaç" haline gelmediyse, "keşif" ve arayış konusu da olmaz.

Sosyalizm için, değer olarak "eşitlik" düşüncesi ve bu düşüncenin, değerin, "ihtiyaç" olması, yaşamsaldır. Sosyalizm güçlü mü sorusu, eşitlik "başka" değerlerle yarışabilecek güce kavuşmuş mudur sorusudur. Eşitsiz ortamdan eşitlikçi düşünce hep çıkar, ama, kitlesel düzeyde alıcısını bulamaz. Eşitsizlik, eşitlikçi düşünceyi değil, rekabeti ve bölünmeyi teşvik eder. Bireye çare olarak bireysel kurtuluş stratejisi kalır.

Sosyalizmin en önemli değeri olan "eşitlik" düşüncesi, kitlesel düzeyde hala alıcı bekliyor. Sosyalist düşünce, sosyalist değerler, parça parça, gün be gün, bireyin önüne geliyor elbette. Bir işçinin de, bir öğrencinin de, bir Kürdün de, bir İslamcının da, bir Ali Koç'un da. Ancak, ideolojiler piyasasında alıcısı bol mallar, henüz başka mallardır. Eşitlik bir değer olarak, henüz, mezhepler, etnik gruplar, cinsiyetler, halklar arası eşitlenme mücadelesinin konusudur. Kimlikler arası eşitlik sınıfsal içeriğiyle görünse ve gösterilse bile, bu haliyle "alıcı" bulmakta henüz zorlanmaktadır.

İdeolojik değerlerin politik güce kavuşması, örneğin "eşitlik" gibi bir değerin "piyasa değeri" elde etmesi, bu değerin diğer "malları" (değerleri) piyasadan kovmasıyla olanaklıdır. Burjuvazi, kendi değerlerini uzun bir mücadelenin sonunda hakim değerler haline getirdi. Bunu yaparken de, diğer "değerleri" ideoloji piyasasından kovdu ya da onları yeni içeriklerle donattı. Bireysel özgürlük, özel mülkiyet, sözleşme, piyasa, rekabet... Bu değerlerin üzerine liberal parlamenter devlet yönetimi... Kuvvetler ayrımı, hukukun üstünlüğü düşüncesi... Feodal beylerin "onur" anlayışı yerine, "gurur"...

Burjuvazinin kendi ilke ve değerlerini hakim hale getirebilmesi, sadece ideolojik mücadeleyle gerçekleşmedi elbette. Bu düşünsel egemenlik, piyasanın ve modern devletin oluşumuyla birlikte gerçekleşmiştir. Ancak, dikkat edilmesi gereken nokta, ideolojik değerlerin çoğunun, üretim, tüketim ve bölüşümle, siyasi iktidarın niteliğiyle ilgili olmasıdır. Burjuvazi yükseliş mücadelesi verirken savunduğu ilke ve değerleri, kısaca ideoloji diyoruz, hem ekonominin, hem siyasal iktidarın diline çevirdi. Özel mülkiyet tek başına savunulmadı, bireysel özgürlüğün bir şartı ve parçası olarak gösterildi. Tanımladığı ve ürettiği birey için nasıl bir devlet ve hukuk sistemi gerektiğini de gösterdi. İdeolojisini bütünsel olarak sundu ve savundu. Bireyden topluma tüm bağlantıları kendi sınıfına göre kavramsallaştırdı ve kurdu.

Bu yazının sosyalist okuru, burjuvazinin yükseliş mücadelesini model olarak mı alalım diye soracaktır.

Sosyalizme ve özel olarak sosyalist "eşitlik" ilkesine alıcı bulmakta zorlanıldığı doğrudur; ancak, ideolojiler piyasasına sık sık başkalarının mallarıyla ya da bizzat sahte mallarla girildiği de bir o kadar doğrudur. İdeolojiler piyasasına, sosyalist değerlerle girilmelidir.

Bu ideoloji şimdilik, ne ekonomik alana ne de politik alana nüfuz edebilecek güçtedir. Çalışma hayatının da, siyasal iktidarın da, dışındadır. Bu anlamda da, sadece "ideolojik" alandadır.

Öyleyse, mücadeleye yoğun biçimde, ideolojik alandan çıkarak yapma zorunluluğu vardır.

Nasıl mı?

Örneğin sadece "eşitlik" kavramını, değerini, ilkesini, yaşamın her alanında işleyerek. Kaba da olsa, her şeyde, eşitliği savunarak.

"Devletler arası eşitlik" anlamında anti-emperyalizm ve "bağımsızlık", inanan-inanmayan ve özel olarak Alevi-Sünni ya da Müslüman ve Müslüman olmayan arasında eşitlik anlamında "laiklik", siyaset yapma imkanlarının eşitliği, temsilde eşitlik, ücretlerde eşitlik, her anlamda kadın-erkek eşitliği, beslenmede eşitlik, temiz hava solumada eşitlik, eğitim, ulaşım ve sağlık hizmetlerinde eşitlik...

Toplumsal alanda he türden eşitlik. Eşitliğin her alanda savunulması.

Oldukça ideolojik, ama, oldukça politik de bir mücadele. Hem bireye, hem onun toplumsal yaşamına seslenen bir mücadele. Birey-toplum ilişkisini sosyalistçe kuran bir mücadele.

Sadece "eşitlik" üzerine gidelim, yeterlidir.

Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

***

İdeolojik alanın dışına mı çıktık acaba?