Bazı şeylerin şiirini, şarkısını, hikayesini yazmak çok zordur. Gerçeğin kendisi o kadar ağır, hazmedilmesi o kadar güçtür ki, bırakın eğip bükmeyi yanına bile yanaşamaz insan. Yaklaştıkça yakar, insanı küçültür, kendine, insanlığına lanet okutturur. Bütün bildiklerini tersyüz eder. Gerçek bazen büyür, büyür; büyüdükçe, insan karşısında küçücük kalır. Sanat için öyle dönemler vardır ki, gerçek ancak gerçekten kaçarak, gerçek dünyanın uzağında bir yerlerde kurulabilir. O kapıları başka bir dünyaya açılan gardroplar, bir çocuğun uykusunda pencerenin aralığından girip onu bambaşka bir dünyaya götüren minik perilerle dolu masallar hep gerçeklerin çok ağır geldiği, insanların bu yıkım, ağır koşullar karşısında çaresiz kaldığı dönemlerde yazılmıştır.
Suruç katliamı da 2015 senesinin temmuz ayından beridir gölgesinde yaşadığımız o devasa, yakıcı gerçeklikleriden biri. Otuz üç güzelim gencecik insan, Kobane’de çocuklara oyuncak götürmek için çıktıkları yolda Suruç’ta bombalarla katledildiler. O güzelim insanlara ve deneyimlerine yakınsarken duyumsadığımız o samimiyet, kendiliğindenlik, iyilik, güzel bir şey yapmanın, hayatı yokluklar içinde yeniden var etmenin sıcaklığı, bombalarla parçalanan gencecik bedenlerin, kan ve barut kokusunun ortasında buz gibi bir yalnızlığa dönüştü. 10 Ekim katliamından önümüze düşen fotoğrafların birinde, o kanlar içindeki genç kızı göğsüne bastıran yaşlı adamın bakışlarındayız hala hepimiz. Orada donduk sanki, o ıssızlığın, o yalnızlığın ortasında tıpkı o adam gibi bakıyoruz dünyaya ve etrafımızdaki kanla, katliamla örülen gerçekliğe. Her yerimiz kan revan.
Geçen hafta Gezi’nin müziklerini yazmıştım. Parklarda, meydanlarda, serserice şarkılar söyledik. Her şeyi mizaha çevirdik. Bu mizah, insanlara direnme gücü, bir arada kalma gücü verdi. Direnen insanlar çoğu zaman motivasyonun bu mizahtan aldı. Peki ya Gezi’de yitirdiğimiz gencecik çocuklar? Kala kala eski bir Kıbrıs türküsü kaldı dilimizde “Uyan Ali’m” diye. Başka ne söylenebilirdi ki, 14 yaşında bir çocuğun 16 kilo kalmış buz gibi bedenini verdiler kucağımıza. Ne yazılır şimdi buna, annelerimizin ninnilerine, köylerde yakılan ağıtlara döndük. Kendimizi en güvenli hissettiğimiz yer orasıydı. Bir çocuk kadar az bilerek kurtulabilirdik gerçeğin yükünden, bilmenin yalnızlığından.
BEKSAV’ın yaptığı “Suruç İçin Üretiyoruz” kampanyasının müzik ayağı, bu ıssızlığı, bu kendi gerçekliğinin çölünde kavrulma durumunu yırtmak adına önemli bir çalışma. Beş adet şarkıdan oluşuyor (şimdilik):
Pirsus- Söz/Müzik/Vokal: Murat Mengirkaon
Düş Olur- Söz/Müzik/Vokal: Vaiz Adıgüzel
Düşlere- Söz: Sümeyra Göztepe, Beste/Vokal: Barış Yıldırım
Sen Ben ve Dünya- Söz/Müzik: Barış Yıldırım, Vokal: Çağla Seven
Kızıl Bayrak Aşkına- Kolektif
Söz ve müziğini Vaiz Adıgüzel’in yazdığı “Düş Olur” şarkısının, “Size kalsın gerçek olan/Biz görülen bir düştük” dizeleri, yazının başında sınırlarını çizmeye çalıştığım kapsamla paralellik içeriyor. Katliamda yitirdiğimiz insanlara atfettiğimiz güzellikleri bu “kötü” dünyanın çamuruyla yoğuramıyoruz. O güzellikleri bir düşün içinde var edebiliyoruz ancak. Suruç’ta hayatını yitiren genç insanlar, “Düş yolcuları” titri ile çıkmışlardı yola bilindiği üzere. Bu yüzden şarkıların hepsinde bir “Düş” teması belirgin. Şarkıların sahipleri, yorumcuları yitirilen insanlar ve onlara ait güzelliklere bu yarım kalan düşün içinden yaklaşıyorlar, o insanlarla düşsel bir düzlemde tekrar ortaklaşıyorlar. Katliamın gerçekliğinin, katliam destekçilerinin, katliama neredeyse sahip çıkan devlet otoritesinin şarkılarda hiç anılmaması, bir hükümsüzleştirme, yok sayma olarak okunmalı. Ateş böcekleri, tozlu sokaklarda misket oynayan çocuklar, parlayan güneş, gölgesinde soluklanılan ağaç gibi, mütevazi, gündelik, basit çağrışımlarla kurulan düş evreni, yıkıntılarının üzerine yeniden kurulacak olan kentin de bu alçakgönüllülük üzerine kurulacağının, güzel, insancıl bir dünya için bunların yeterli olduğunun göndergesini de içinde barındırıyor. Bu aynı zamanda sürekli görkemli, büyük, güçlü, muazzam gibi sıfatlarda kendini pazarlayan egemen akla, özgüvenini buralarda arayan ortalama akla da bir reddiye.
Düş Olur adlı Vaiz Adıgüzel bestesi, benzerlerini Ali Asker, Arif Kemal, Sadık Gürbüz gibi şarkıcılarda gördüğümüz, solo bağlama eşlikli bir şarkı. Ali Asker’den bol bol dinlediğimiz “ölmedi, yaşıyor, hesabını soracağız” göndermeli ajit-prop şarkıların tok sesli marş ritmine değil, Sadık Gürbüz’ün A. Zekai Özger’in şiiirinden bestelediği “Pencereni Kapama” şarkısı tadında bir lirizme yaslanıyor. Yer yer aşırı duygusallığa kaçsa da, dediğim gibi böyle bir gerçekliğin üzerine gitmek çok kolay bir şey değil. Katliamı da, ardından gelen zulmü de kendi dünyasında deneyimlemiş insanlar için bu aşırı duygusallığa kaçma anlaşılır bir durum. Murat Mengirkaon’un “Pirsus” bestesi, majör tonlar üzerine yapılmış, soft rock tadında bir beste. 90’larda benzer tonlarda şarkıları Kudret Kurtcebe, Tibet Ağırtan, Yaşar Kurt gibi müzisyenlerden dinlemiştik ama nedense rock dinleyicisi, belli bir kesim dışında pek meyletmedi rock’un bu tarzına. Bu günlerde Türkiye’deki rock müziğinin genelinde bir sinizm, bir kötücüllük, dünyayı, hayatı dışlama eğilimleri belirginken, Mengirkaon’un çalışması, hem söylem, hem müzikal açıdan 60’ların 70’lerin anglo-sakson protest rock tarzına bir selam gönderiyor.
“Sen Ben ve Dünya” bestesi, şarkıyı Suruç katliamını bizzat yaşayan, katliamda ağır bir biçimde yaralanan, uzun süre tedavi gören Çağla Seven’in seslendirmesinden dolayı önemli bir yere oturuyor. Çağla Seven’in vokaline ayrı bir parantez açmak lazım. Halk müziğini saymazsak, muhalif müzik ya da alternatif müzik türleri içinde iki tarz kadın vokal var. Politik tabanlı muhalif müziğin genelinde bir ağdalı lirik söyleyiş ve alto-soprano bir ton hâkim. Öbür tarafa bakarsak, çizgi filmlerden çıkıp gelmiş gibi bir çocuksu söyleyiş ve puslu, buğulu kadın vokaller indie, rock, alternatif müzik alemini domine etmiş durumda. Bu iyidir kötüdür diye bir şey söylemiyorum. Çok iyi olduğu, çok iyi oturduğu yerler var, çok sakil kaldığı kötü denemeler var ama her iki mahallede de bu artık neredeyse norm olmuş durumda. Bu anlamda Çağla Seven’in konuşurmuş gibi, karşısındaki dostuyla hasbıhal edermiş gibi içten şarkı söylemesi, abartıya, zorlamaya kaçmaması, neşesini, hüznünü, özlemlerini doğrudan dinleyiciye aktarabilmesi, muhalif, alternatif tarafta müzik yapan insanlar adına bir kenara not edilmelidir.
Barış Yıldırım’ın seslendirdiği “Düşlere”, bir şarkı için uzun denilebilecek sözlere sahipken, ritmin kimi yerde akışkanlaşması, kimi yerlerde kesik kesik devam etmesi, hızlanması, yavaşlaması sayesinde dinamizmini hiç kaybetmiyor ve dinleyiciyi sıkmıyor. Barış Yıldırım’ın bazı yerlerde yumuşayan, bazı yerlerde sertleşen, gürleşen teatral unsurlara yaslanan vokali de bu uzun sözler boyunca dikkati, ilgiyi sıcak tutan önemli bir etken. Vokallerdeki flüt eşliği, beni Çağdaş Türkü’nün, Yeni Türkü’nün erken dönem çalışmalarına götürdü, bu yüzden ayrıca sevdim. Bu arada şarkıların tümünde enstrüman sayısının minimum seviyede tutulması, gürültülü davullara, bas gitarlara yer verilmemesi, o “Düş” teması üzerinden kurulan samimiyeti, sıcaklığı desteklemiş. Kalabalık syntheseiser, davul, bas sesleri olmadan da müzikal anlatımda bir zenginlik yakalanabiliyor, bu şarkılar bu anlamda iyi birer örnek olmuş.
Muhalif tarafta, yitip giden devrimcilerin, aydınların, mücadele insanlarının ardından yapılan şarkılar, genelde hep ölümün yoksanması, ölen insanın/insanların aslında ölmediği, yaşıyor olduğu “bir gider bin geliriz” söylemi üzerine kurulu bilindiği üzere. Aklıma Zülfü Livaneli’nin Sivas katliamı üzerine Ataol Behramoğlu’nun yazdığı şiirden bestelediği “Yangın Yeri” şarkısının sözleri geliyor: “Kucaklıyor beni Metin Altıok/Aldırma diyor gülerek/Yaşamak görevdir yangın yerinde/ Yaşamak insan kalarak.” Ölen insanların aslında ölmediği söylemi üzerinden hegemonyanın yıkıcılığı, yok ediciliği ile hesaplaşılır. Mekan da, uzam da, somut dünya ve onun verili ilişkileridir. Suruç üzerine yazılan şarkılarda, tam tersine öleni bu dünyaya geri getirmek değil, ölenin dünyasına gitmek gibi bir tema işlenmiş, bu anlamda da çalışmalar şimdiye kadar duyduğumuz bu tarz şarkılardan farklılaşmış.
Sonuç olarak, Suruç gibi ağır bir katliam ile üreterek, yaşamı ve güzelliklerini müzikal düzlemde yeniden var ederek yüzleşmesi açısından BEKSAV’ın çalışması, muhalif kültürün çölleşmeye başladığı günümüz dünyasında insanı omuzlarından tutup sarsan, bu dünya için, eşitlik için, özgürlük için üretmeye zorlayan bir çalışma olmuş. Çalışmaya katkı veren insanların cesaretle kendi mahallesinin konforundan çıkıp hem müzikal hem söylemsel olarak geleneksel anlatım imkanlarını zorlaması, farklı ifade biçimleri, söylem biçimleri arayışına girmesi müziğin bu türüne ilgi duyan insanların da farklı arayışlarına cevap verecek, önlerine farklı ufuklar çizecektir.