“Öz bilinç, tüm bilgi sistemimizin ışık kaynağıdır; fakat sadece öne doğru ışık yayar, arkaya doğru değil” der E.W.I. Schelling ve ekler: “Kuşkusuz bizi mevcut kılan şeyin ne olduğuna kaçamak bir bakış atmak için arkamıza bakabilir, kendimizi öznelliğin ötesinde bir görüş açısından görebilmek için parmaklarımızın ucunda yükselebiliriz. Fakat bulup bulacağımız şey, daha fazla öznellik olacaktır.”
Sosyalist muhalefet ve unsurları, bileşenleri, o “özbilinç” fenerini, ne olduğumuzu anlamak adına, kendimizi hayatın içinde bir yerlere konumlandırmak adına hep geçmişimize tutuyoruz. Bize ne olduğumuzu, kim olduğumuzu söyleyecek aynalar arıyoruz sürekli. Kendimizi başkalarına anlatabilmek için, bak biz buyuz diyebilmek için sürekli o feneri dolaştırıyoruz geçmişte, bulduğumuz hep kendimiz, daha fazla kendimiz. Bütün hastalıklarımızla, sıkıntılarımızla, aynı zamanda güzelliklerimizle, yaşama kattıklarımızla hep daha fazla kendimiz. Timur Selçuk’ta o fenerin ışığında ara ara parıldayan, ara ara gölgelenen detaylardan biriydi, kaybettik. Ne kadar büyük bir kayıp olduğunu zaman geçtikçe daha derinden anlayacağız.
Bu sürekli geçmişe bakma, oradan bir şeyler çıkarma, geçmişte olup bitmiş birtakım tartışmaları yeniden gündeme getirme hamaratlığımızda, toplumsal yaşamın, muhalefetin gelişiminin sürekli darbeler ile kesintiye uğramasının, bir süreklilik kazanamamasının da payı var kuşkusuz. Örneğin 1980’den öncesine bakmak için koca bir 12 Eylül’ün üzerinden atlamak gerekir. O koca adımı atıp 70’lere düştüğünüzde, Zülfü Livaneli’nin “Deniz Gezmiş”, “Ulaş’a Ağıt” gibi şarkıları hiç söylemediği, Yavuz Özkan’ın “Maden”, Tunç Okan’ın “Otobüs” filmlerini çekmediği, Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanını yazmadığı, Fatsa diye bir yerde birtakım huzursuzlukların olduğu, parka giymiş genç insanların sürekli kavga edip huzursuzluk çıkardığı vs. bir dünyaya düşersiniz. Buradan bakınca, Timur Selçuk’ta “İspanyol Meyhanesi”, “Ayrılanlar İçin” gibi şarkılardan mürekkep popüler bir sahne figürü gibi gelir. Ben Timur Selçuk’tan “Kazak Abdal” türküsünü 1990’ların ortalarında dinlemiştim ilk defa ve herhalde o zamanlar yükselen sol dalgadan etkilenip, bir iki böyle çalışma yaptı, sonradan da unutulup gitti bunlar diye düşünmüştüm.
Timur Selçuk’un yükselen toplumsal muhalefet ile birlikte, halktan yana, devrimci bir müzik insanı olarak sahneye çıktığı, orada parıldadığı 70’li yıllar sol muhalefetin yalnız mecazi değil fiziksel anlamda da sahneye çıktığı yıllardır. 40’ların acılı kuşağı, 50’lerin tevkifatları, hapisler ve sürgünler ile heder olmuş, bir türlü toplumla özgürce bir ilişki kuramamış, kendini anlatamamış komünistlerinden sonra 60’larda görece özgürlük ortamı ve TİP’in kurulması ile kurumsallaşmış, sanatçısına, aydınına, yazarına kucak açmış, buradan toplumla bağlar kurmuş sol muhalefet, 70’lerde daha büyük kalabalıklara, artık yavaş yavaş kentlileşen, sanatsal beğenilerini kendi yerelliğinin ötesinde dünyaya da bakarak oluşturmaya başlayan öğrenci, memur, işçi, vs. kesimlere de uzanarak kitleselleşmiştir. Bunda dünyada esen sol rüzgarların da etkisi vardır tabii. Diğer bir yandan, 12 Mart muhtırası ve devamında TİP’in kapatılması, Devrimci gençlerin asılması, katledilmesi vs. ilerleyen süreç, mobilize, silahlı faşist güçlerin halkın üzerine salınması, bu kitleselleşmeyi, gelişimi durduramamış, kesintiye uğratamamıştır. Tiyatro öncesinde hiç gelmediği kadar gündeme gelmiştir örneğin, AST, Dostlar tiyatrosu bu dönemde kurulmuştur. Sinema Yeşilçam melodramlarından sıyrılıp emekçilerin, yoksulların sıkıntılarını, küçük insanın hayata tutunma, orada var olma çabasını dile getiren filmlere eğilmiştir.
Hülasa, 70’li yılların alamet-i farikası, 60’lı yılların tam bağımsızlık, millilik, halkçılık vs. söylemlerinin üzerine emeği ve emek, özgürlük, eşitlik mücadelesini koymasının yanında, kitleselleşen, görece kentlileşen, dünyaya bakmaya başlayan halk kitlelerinin karşısına farklı anlatım olanakları ile çıkmasıdır. Aşık Veysel, Mahzuni vs. halk ozanlarının sazıyla söylediği halk türküleri, bu kitlelerin coşkusunu diri tutmakta yetersiz kalmaktadır artık. Solo bağlama eşlikli müzik yapan Sadık Gürbüz, Rahmi Saltuk gibi isimler, halk türkülerinden çıkıp çağdaş şairlerin şiirlerini, daha farklı melodik/armonik formlarda bestelemeye başlar. Ruhi Su, Dostlar Korosu’nu kurar örneğin 1975 yılında. Yeni Dünya Korosu, DİSK korosu vs. işçi koroları aynı zamanlarda kurulur. DİSK korosunu kuran ve çalıştıran da Timur Selçuk’tur. Devrimci marşlar bu dönemde bestelenmeye ve söylenmeye başlamıştır örneğin. Tam da bu noktada, o dönemlerde sıkça gündeme getirilen yerlilik- batıcılık tartışmalarına, sentezcilik arayışlarına Timur Selçuk’un pek yüz vermediğini belirtmek gerekiyor. Münir Nurettin Selçuk gibi bir çınarın oğlu olmasına rağmen, o dönemler daha çok Anadolu pop etrafında şekillenen sentez arayışlarına hiç girmez. Dönemin muhalif atmosferi düşünüldüğünde ciddi bir risktir bu aslında. Sol ve muhalif olan ama içinde yerel olarak neredeyse hiçbir şey barındırmayan bir müzik arayışı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Timur Selçuk bunu şöyle dile getirir:
“Toplumun içinde Japon turist gibi kaldık, zaman zaman çok büyük yabancılıklar çektik. Ama allahtan buralı yanımız daha ağır basıyor, buraları terk etmedik.”
(Merve Erol-Roll Dergisi Sayı 7 1997)
Timur Selçuk’un buradan nasıl bu kadar, üstelik piyanosuyla, yaylılarıyla, şan tekniği söyleyişi ile, bağlamasız kavalsız popüler olduğunun şifresi biraz tiyatroda gizlidir. AST oyunlarına yaptığı müziklerin öncesinde de aynı tarzda yaptığı plakları vardır ama çok sınırlı çevrelerde bilinmektedir. Bilgesu Erenus’un “Nereye Payidar”, Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade”, Oktay Arayıcı’nın “Rumuz Goncagül”, Aziz Nesin’in “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı oyunlarına yaptığı müziklerde, bestelediği şarkılar oyunların popülaritesinin çok ötesine geçer. Bu şarkılar, bağımsız olarak bestelenmiş ve kitlelerin beğenisine sunulmuş olan şarkılar değildir. Bir dramaturjiyi, teatral kurguyu desteklemek, onun akıcılığını, anlatımını beslemek üzere oluşturulmuş şarkılardır. Tiyatro için müzik yapmak, Timur Selçuk’a bir popülarite kaygısı olmadan kafasındaki müziği yapmak alanında geniş bir hareket alanı sunmuş ve iyi ki sunmuştur. Buradaki “Halet Rezaki’nin Şarkısı” “Pireli Şarkı” “Ekonomi Tıkırında” “Karantina’lı Despina” gibi şarkılar, kendi hikayesi, dramaturjisi, rejisi olan oyun içinde oyun gibidir. Timur Selçuk’un epik, teatral yorumu, büyük bir ustalıkla, kıvraklıkla kullandığı piyanosu ve sesinin de etkisi vardır bunda. Bir de yukarıda değindiğim gibi, emek, emekçiler, kent yaşamının gündelik sıkıntıları gibi mevzuları dile getiren, küçük insanı bir ana kahraman olarak merkeze alan, sahneye taşıyan şarkılardır bunlar. Bu şarkıların gördüğü ilginin verdiği özgüven, sonraki yıllarda yapacağı çalışmaların da yönünü belirlemiştir.
Şüphesiz ki, Timur Selçuk, “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü”, “Nereye Payidar”, “Direniş Türküsü” gibi eserlerin yanında, “Çoban Çeşmesi”, “Ayrılanlar İçin”, “İspanyol Meyhanesi” gibi eserlerin de bestecisidir. Geçtiğimiz haftalarda andığımız Ahmet Kaya gibi, bu günlerde andığımız Kazım Koyuncu gibi, hakkında ne yazarsak yazalım hep bir fazlasıdır. Şüphesiz ki, ölümünün ardından sosyal medyada, çeşitli platformlarda, dönem dönem yaşadığı savrulmalar, yanlış yönelimler dile getirilecektir. Ama her birimiz gibi, mensubu olduğumuz siyasi yönelimler gibi, o geçmişe tuttuğumuz fenerin ışığını ne kadar arttırırsak arttıralım, orada gözden kaçmış, gölgede kalmış detayların, yansımaların, aldatmacaların peşine ne kadar düşersek düşelim, sonuçta kendimize varacağız. Timur Selçuk’ta, dönem dönem hepimiz gibi yaşadığı savrulmalara rağmen, yaşama sevinciyle, umuduyla, içindeki insana dair, hayata dair sevgisiyle, inancıyla bizdi, bizdendi, bizimdi.