Evet, kesinlikle böyle düşünüyorum. Bu yargımın esas nedeni köşe yazılarının bir araya getirilip kitaplaştırılması ve benim bunlardan çok hoşlanmamam. Üstelik içindeki yazıları gazete veya dergide okuduğumda çok keyif almış olmama rağmen.
Her yazı biçiminin kendi içinde bir dinamiği vardır ve köşe yazıları da bu kuralın dışında değildir. Bu tip yazılarda çok fazla ayrıntıya girmeden, güncel bir konuda yazarın düşüncesini yazması beklenir. Ayrıca köşe yazıları kısa da olmalıdır; üç bin, bilemediniz dört bin vuruş içinde kalmalıdır çünkü okuyucu böyle bir beklenti, böyle bir şartlanma içerisindedir. Bir kitapta arka arkaya kısa yazıları okuyunca bende bir bitmemişlik, eksik bırakılmışlık duygusu uyanıyor. Ama aynı sıkıntıyı, aynı yazıları gazetede tek tek okurken yaşamıyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, sen de kitaptan her gün bir yazı oku. Tamam, ama o zaman da kitap okumuş gibi olmam ki.
Bunun dışında derleme kitapların en büyük sorunu tekrarlar. Günlük yazılarda dikkat çekmiyor ama bilirsiniz, kitaplarda deyim yerindeyse çekilmez oluyor. Yazılar arasında bütünlük, daha doğrusu akıcılık olmaması ve gün için yazılanın, zaman aşımında aşınması da diğer sorunlar. Bunlar aşılamaz mI? Elbette aşılabilir ama bence kitap editörleri şu ya da bu nedenle işlerini yapmadığı/yapamadığı için yazılar genellikle en kolay biçimiyle tarih sırasına göre diziliyor ve ortaya sevimsiz bir kitap çıkıyor.
Meltem Gürle’nin BirGün gazetesindeki yazılarından derlenen Kırmızı Kazak kitabı böyle değil. Kitabın önsözünde güncel meselelerle ilgili olanları değil de, daha geniş bir zamana yayılacağını umdukları yazıları aldıklarını söylüyor. Yine aynı nedenlerle yazıları gazetede çıktıkları sırayla değil, konularına göre gruplamışlar ve çok da iyi yapmışlar. Böylece okunabilen, neredeyse hiç tekrar olmayan ve gruplamalar nedeniyle de akıcı bir kitap ortaya çıkmış. Yazılarda değişiklik yapılmış mı bilmiyorum, kontrol da etmedim. Bence kitaptakilerin birebir gazete yazılarıyla aynı olması gerekmiyor ve başka bir formatta yayınlanırken değiştirilmeli gerektiğinde.
Künye: Kırmızı Kazak. Meltem Gürle. Can Yay., 2016. Etiket fiyatı 31 TL.
Daha önce yazmıştım, en sevmediğim işlerden bir tanesi kitap tanıtımlarını, kitap değerlendirmelerini okumaktır. Neden mi? Eğer okumadığım bir kitapsa, genellikle değerlendirme yazılarından hiç bir şey anlamam, yazıdaki ayrıntılar benim için bir şey ifade etmez; çünkü değerlendirmeyi yapan kişinin ilgisini çeken nokta, benim için önemli olmayabilir. Yazar benim için yazmamıştır1. Kırmızı Kazak’ta böyle olmadı. Okumadığım kitaplar hakkındaki değerlendirmeleri ilgiyle okudum; sanırım yazıların tanıtımdan çok, deneme havasında olmasından. Bence bu bile kitabı okumak için iyi bir neden.
Neyse, konuyu dağıtmayayım, editörlerin sadece derleme kitaplarda değil diğer türlerde de çok önemli işlevleri olduğunu düşünüyorum. Şöyle anlatayım, İbrahim İpek 1932 doğumlu, köy enstitülü bir öğretmen. 2017 yılında Köy Enstitüleri’nden İmam-Hatip Okulları’na isimli bir kitap yayınladı. Seksen yaşının üzerinde kitap yazma enerjisinin her türlü takdirin üzerinde olması bir yana, kitaptaki anı kısımlarındaki gözlemler çok keskin. Enstitüye ilk gelişinde yaşadığı kültürel şok ve mutluluğu o kadar etkileyici bir dille anlatıyor ki, bunun Cumhuriyetin şoku ve modernleşmeye adım atışın mutluluğu olduğunu anlıyorsunuz, üstelik İbrahim İpek’in bu sözcükleri kullanmamasına karşın. Dili, gözlemi o derece vurucu yani. Ancak kitapta, İpek’in politik değerlendirmeleri, cumhuriyetin ilk yıllarındaki önemli Milli Eğitim Bakanlarının kısa biyografileri, şiirler, fotoğraflar vs. her şey var. Sonuçta kitapta bir odaklanma sorunu belirgin ve her şeyi örtüyor; yazarın başarılı olduğu anı kısımları da hem çok kısa, hem de gölgede kalmış oluyor. İşte, tam da bu noktada okur, iyi bir editör arıyor.
Künye: Köy Enstitüleri’nden İmam-Hatip Okulları’na. İbrahim ipek. Yason Yay., Yaygın dağıtımı yok, İnsancıl Kitap’ta 9 TL.
Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil, tüm dünyada, hatta dünyaca ünlü yazarların kitaplarında da var. Sıkı durun, bahsedeceğim yazar Bertrand Russell ve kitabı Bolşevizmin Pratiği ve Teorisi. Temel olarak Russell’ın 1920 yılında Sovyetler Birliği’ne yaptığı ziyaret üzerine yazdığı kitapta yoğun bir antikomünizm söz konusu. Bir yandan “ben de komünizme inanıyorum” derken, diğer taraftan Sovyet sistemi can çekişiyor, komünizmde özgürlük yok, makul bir geliri olan kişi neden komünist olsun ki, gibisinden bu düzeyde bir entelektüelden beklenmeyecek basit argümanlar kullanıyor. Sovyet sanayisinin başarısızlığını anlatırken, henüz devrimin üçüncü yılı olduğunu ve yoğun bir abluka altında olduğunu söylemesine karşın, bunun bir neden olabileceğini düşünmüyor. Kaldı ki takip eden yıllarda ne denli yanıldığı kanıtlandı.
Künye: Bolşevizmin Pratiği ve Teorisi. Bertrand Russell. bgst yay. 2016, Çev: Özgür Ulusoy. Etiket fiyatı 23 TL.
Kitap böyle, sanırım kitaplığımdaki diğer antikomünist kitaplar arasına koyacağım ama esas bahsetmek istediğim nokta başka. Russell, kitabın önsözünde, kendisinden kısa bir süre sonra Sovyetlere giden sekreteri Miss D.W. Black’e teşekkür edip, bazı bölümlerin büyük ölçüde onun tarafından yazıldığını söylüyor ve “ikimiz de birbirimizin fikirlerinden sorumlu değiliz” diyor. Kitap 16 bölümden oluşuyor; kim, hangi bölümü yazdı? Büyük ölçüde yazmak ne demek? Sonuç olarak hangi görüşler Bertrand Russell’ın? Üstelik herkes kendi fikrinden sorumlu derken? Baktım, İngilizcesi de böyle. İyi bir editörün herkese gerek olduğu açık değil mi?
Konuya diğer yandan bakabilmek için Lenin’in Kitle İçinde Parti Çalışması isimli derlemesinin iyi olacağını düşündüm. Kitap 1905-1921 yılları arasında Lenin’in ağırlıklı olarak örgütlenme konusunu ele alan yazı, konuşma ve raporlarını bir araya getirmiş. Şunu söylemeliyim, derleme Türkiye’de yapılmamış, “Party Work in the Masses” adlı yapıtın çevirisi. Kitapta bence esas vurgu, iktidara gelmenin örgütlenme işinin bittiği anlamına gelmemesine; örgütlenmenin sadece biçim ve olanakları değişiyor, o kadar. Kitabı okuyunca sosyalizmin kuruluş zorluklarını, sanki Russell’a yanıt gibi, görüyor insan. Açıkça, özel mülkiyetin dönüşümünün bir anda olmayacağı, bu yüzden de mülkiyet sahipleri için demokrasi ve eşitlik talebinin sınıf işbirliğine götüreceği anlatılıyor. Kitapta ilginç bulduğum bir diğer nokta da, devrim öncesi Bolşeviklerin neredeyse Çarlıktan daha fazla diğer sol gruplarla uğraşmak zorunda kalması. Lenin’in Komünist Enternasyonal İkinci Kongresine sunduğu tezler de, bu derlemenin içerisinde. Editörü kimdi bilemiyorum ama yazılar birbirini tamamlar tarzda ve süreç içerisinde (devrim öncesinden sonrasına) parti çalışmasının nasıl olması gerektiğini gözler önüne seriyor.
Künye: Kitle içinde Parti Çalışması. Lenin. Ser Yay. Tarihsiz, 1970’li yıllarda aldığımı anımsıyorum, Çev: Cengiz Haksever, baskısı yok, sahaflarda farklı yayınevlerinden 2-35 TL arası.
İyi bir derleme örneği de Metis’ten yayınlandı: Ortega y Gasset’in Tarihsel Bunalım ve İnsan’ı. Yazarın 1917-1949 yılları arasındaki yazılarından kültürel bunalım konusunu tartıştıkları yazım tarihine bakılmaksızın birbirini tamamlar tarzda bir araya getirilmiş. Sunuş yazısında da belirtildiği gibi, “içte Katalan ve Bask ayrılıkçılığı, dışta sömürge topraklarının kaybı derken imparatorluğun dağılmakta olduğunun bilincine varan” bir toplumun bunalımının bireye ve kültüre nasıl yansıdığını gösteren yazılarla El Greco’dan Don Juan’a bir serüveni anlatıyor.
Künye: Tarihsel Bunalım ve İnsan. Ortega y Gasset. Metis, 3. Baskı, 2015, Çev: Neyire Gül Işık, Etiketfiyatı 23.5 TL.
Sağlam bir bakış açısı var Gasset’in; “derin bir tarihsel bunalım ortasında yaşıyorsak, eğer bir çağdan çıkıp diğerine girdiğimiz doğruysa, şu sayacağım şeyler bizi çok ilgilendiriyor demektir:
1) Arkamızda bırakıp çıktığımız o yaşam düzeninin nasıl olduğunun kesinkes bilincine varmak;
2) Tarihsel bunalımın içerisinde yaşamın ne demek olduğunu bilmek;
3) Bir tarihsel bunalımın nasıl sona erip, yeni bir çağa nasıl adım atıldığını kavramak.”
Bence Dilthey’in realdiyalektik dediği şeyin en doğru açıklamasını Gasset yapıyor. Neyse, yine konuyu dağıtmayayım, keyifle okunan bir kitap ve yazar kadar editör ve çevirmeninin de bunda katkısı olduğunu düşünüyorum.
Editör katkısının ne demek olduğunu ben, somut olarak görüyorum. Yazılarımın ilk hali ile şu anda sizin okuduğunuz hali arasında o kadar çok fark var ki. Evdeki ve sitedeki iki editörüm yazılarımı inanılmaz bir biçimde okunabilir hale getiriyorlar. Kırmızı Kazak’taki son yazının başlığı, “Editörüm, çok yaşa”. Ben de benzer biçimde bitirmek istiyorum: Editörüm, canım benim.
1 https://ilerihaber.org/yazar/kitap-yazilari-konusu-88861.html