Her kim ki olursa bu sırra mazhar...
Ülkemiz; dönemsel olarak bileşenleri değişse de merkezinde sermaye sınıfının yer aldığı, hayati bütün kararların “ülke menfaati” adı altında azınlık iktidarının çıkarlarına göre alındığı bir oligarşik dikta tarafından yönetilmektedir.
Bu yazı, bir ertesi gün yazısıdır.
2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Katliamı’yla ilgili olarak yapılan paylaşımlardan yola çıkılarak eksik görülen yerleri tamamlamak amacıyla kaleme alınmıştır.
Bu türden tarihsel olaylarla ilgili değerlendirmelerde gösterilenin/görülebilenin ötesini görebilmek, “niye, neden, niçin” sorularına yanıtlar üretebilmek için kamerayı başlangıca çevirmek en sağlıklı yöntemlerden biridir; biz de öyle yapacağız.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna içerili temel fay hatlarından biri İslamcılıksa diğeri birbirine çıkan, bazen tekil bazense “öteki”yle ilişkilendirilerek birlikte zikredilen Alevi ve Kürt sorunudur.
Sunnilik ve Türklük 1920’li yıllardan itibaren egemen ideolojinin belirleyicisi olagelmiştir. Eşitlik ve özgürlük içerikli aksi bir itiraz/talep, hemen her dönemde devletin siyasal zor uygulamalarıyla, örtük ya da açık şiddetiyle karşılaşmak zorunda kalmıştır. Çiğdem Boz’un yerinde saptamasıyla “Devlet, birlik söylemi altında bölerek yönetmenin farklı taktiklerini denemiş, bir yandan et-tırnak vurgusu yaparken, öte yandan tanımlatarak bölmüş, kimliğini tanıyanları da bölücü ilan etmiştir.” (1)
Katledilenler olarak biliriz ki katledenlerin yerine katledilenlerin suçlu sandalyesine oturtulduğu bütün cinayetler devletle ilişkilidir. Bir şekilde yol verilmiş, zemini hazırlanmış, bizzat devletin propaganda aygıtları tarafından kibrit çalındığında benzinin ateş alacağı ortam oluşturulmuştur. (2)
2 Temmuz 1993 de öyledir, öncesi vardır. Madımak katliamının yolu, 30’lı yıllarda Dersim katliamıyla, 60’lı yıllardan itibaren Kürt ve Alevi yerleşim bölgelerindeki vatandaşlarımızı düşmanlaştıran pogrom girişimleriyle döşenmiştir. 12 Eylül 1980’den hemen önce gerçekleşen Çorum ve Maraş katliamları bu girişimlerin en bilinenleridir.
Unutmamak, hesap sormayla ilgili bilinci hep diri tutmak bir görevdir, sorumluluktur ancak yetmez. Sonuç alınamayan hesap sormalar yorucudur. Bir yerden sonra körleşme oluşur, fotoğraf ne kadar yakıcı olursa olsun orada bir hakikat olarak duran ayrıntı görülmez olabilir. Madımak’tan yıllar sonra, bundan beş altı yıl kadar önce “17+Alevi Kadınlar” adlı oluşumun yaptığı açıklama üzerine yan yana dizilmiş siyah beyaz fotoğraflara baktığımda aymıştım: Katledilenlerin yarısı kadındı! (3)
İlgili açıklama şöyleydi:
“Biz 17+ Alevi Kadınlar olarak bu coğrafyada kadim inançların, dillerin ve ırkların bir arada yaşamasından yanayız. Hak ve özgürlüklerin güvencede olduğu, hiç kimsenin can ve mal güvenliği kaygısı yaşamadığı bir ülkeyi inşa etmeye kararlıyız. Barış, demokrasi ve adalet için mücadelemiz devam edecek. Kalanlar gidenleri unutmadı, unutturmadı, unutturmayacak. Alevi kadınlar olarak tüm canlarımızı saygıyla anıyoruz ve diyoruz ki: Kırklar Meclisi’nde 17 kadındık, döndük cem olduk; Madımak’ta 17 kadındık, yandık sır olduk.”
Burada sözü edilen Alevilik inancına içkin “sır”la “Madımaklara nasıl bakmak gerekir” sorusunun işaret edeceği “sır” elbetteki farklıdır. Sırra vakıf olmaksa ortak derttir.
Doğrudur: Sivas’ı yakanlar, AKP’yi kuranlardır. İdeolojik bağlantı, somut kadro konumlandırılması anlamında böyle bir saptama yapılabilir, seçikleştirme anlamında böyle bir cümle kurulabilir fakat eksik olur. Madımak, kindar ve dindar bir nesil yetiştirmek isteyenlerin iktidarında yakılmamıştır; tarikat örgütlenmelerinin yolunu açan bir “devlet aklı”nın on yıllara yayılan siyasal tercihinin sonucu olarak yakılmıştır.
Söz konusu tercihin adı Türk-İslam Sentezi’dir ki gerek Madımak Oteli’ni kuşatan güruhun kendisini ifade ederken attığı sloganlarda gerek mahkemeye çıkarılanların kullandıkları simgesel işaretlerde bunu görmek mümkündür.
Madımak, bugün Cumhur ittifakında belirginleşen Türk-İslam Sentezi’nin erken dönemde vücut bulmuş halidir. Saatler süren katliam girişimine rağmen devletin neden müdahale etmediği sorusuna buradan bakmak gerekir. Sözde tahrikle zıvanadan çıkmış bir güruh tarafından gerçekleştirilmiş bir “sonuç” değildir Madımak, bir tercihtir. Söz konusu tercihin sonuçları olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Şiddet ve korku ikliminden beklenen murad zamanla hasıl olmuş, Aleviler kadim yerleşim bölgelerini terk etmek zorunda kalmış, Çiğdem Boz’un ifadesiyle “Sermayenin istediği gibi cirit atmaya başladığı bu yıllarda Aleviler kentlerin emek deposu haline gelerek yedek işgücü ordusuna katılmışlardır.”
***
Hafıza, salt bir hatırlama olmanın ötesinde bir açılımla olan bitene açıklama getirebildiğinde değiştirme gücüne sahip muazzam bir imkâna dönüşür. Yoksa ötesi yıkımla sonuçlanmış acı olayların hatırlanması kaynaklı kederdir ki içe dönük olması nedeniyle ağırdır, öfkeyi kendi içinde hapsettiği için de dönüştürücü olmaktan uzaktır.
Çiğdem Boz’un yazısı, Aleviler’in hafızasına kayıtlı dayanışma ve kolektif eylem kapasitesine işaret ederek “hafızanın özündeki neşeyi geri kazanmak” vurgusuyla bitiyor.
Neşe de içinde olmak üzere hafızaya kayıtlı olumlu değerleri geri getirecek şey bilinçtir. Olaylar arasındaki bağlantısallığı ortaya çıkaracak olan da bilinçtir.
Memleket ahvaliyle ilgili takvim yaprakları, insanlığa karşı işlenmiş suçların bir dökümü gibi. Bir felaketi, katliamı ya da cinayeti ertesi gün bir başkası izliyor. Gün devrilip de takvim yaprakları ertesi günü gösterdiğinde karşımıza başka bir felaket, adaletsizlik çıkıyor, iki gün sonra başka on gün sonra başka bir felaket, başka bir adaletsizlik ya da cinayet. 3 Temmuz; Sakarya Hendek’te, Büyük Coşkunlar Havai Fişek Fabrikası’nda meydana gelen patlama sonucu yedi işçinin hayatını kaybettiği cinayetin yıldönümü mesela. Dava avukatlarından Can Atalay, Gezi direnişinden yargılananlardan biri olarak Silivri Cezaevi’nde tutuluyor. Her şey birbiriyle ilişkili, her şey birbiriyle bağlantılı.
Geçmişle ilgili hafıza kayıtlarına baktığımızda, 2 Temmuz 1993 tarihindeki bir gazetede, İHD İstanbul Şubesi başkanı Eren Keskin’in iki gencin Gaziosmanpaşa’da yargısız olarak infaz edildiğiyle ilgili açıklamasına rastlıyoruz. Sonrası yargısız infazlar zamanı zaten. Sayısı belki de hiçbir zaman bilinemeyecek devrimci, demokrat yaratılmak istenen korku imparatorluğunun bir gereği olarak o yıllarda infaz edildi. Öncesinde Turan Dursun, Musa Anter gibi aydınların öldürülmesiyle başlayan süreç 2 Temmuz 1993’ü takip eden bir zaman dilimi içinde Uğur Mumcu’nun katledilmesiyle birlikte başka bir boyuta geçti. Hemen hepsi temel fay hatları bağıntılı düşünce üreten, uyaran aydınlardı. Devletin bekası öyle gerektirdiği, her cinayet bir diğeriyle ilişkili olduğu için bilgi sahibi olanlar sustu, o tuğla o duvardan hiçbir zaman çekilmedi.
***
Oligarşi bir yönetim biçimidir, küçük ve ayrıcalıklı bir grubun azınlık iktidarını tanımlamak için kullanılır.
Ülkemiz; dönemsel olarak bileşenleri değişse de merkezinde sermaye sınıfının yer aldığı, hayati bütün kararların “ülke menfaati” adı altında azınlık iktidarının çıkarlarına göre alındığı bir oligarşik dikta tarafından yönetilmektedir.
Nisbi demokratik olarak nitelenebilecek ortamları saymazsak eğer söz konusu yönetim zora dayalı bir yönetim biçimidir, düşmanlaştırma ve korku yayarak sindirmek esaslıdır.
Açıktır ki 1 Mayıs 77, Maraş 78, 2 Temmuz 1993 ve 10 Ekim 2015 katliamları arasında —en tepede sermayenin âlî çıkarlarının yazılı olduğu— nedensel bağlantısallık ilişkisi vardır ve bu bir “sır” değildir.
Ne demişti Aşık Veysel, nasıl demişti:
“Her kim ki olursa bu sırra mazhar...”
(1) https://www.politikyol.com/bir-halk-yemegi-halk-oyunu-ve-halk-kirimi-olarak-madimak/
(2) Madımak anmalarında bu yıl da en çok paylaşılan videolardan biri Aziz Nesin’in devletin rolüne de vurgu koyan konuşmasıydı. Aziz Nesin, bu ülke aydınlarının en çekinik durdukları bir kutsala, din konusuna dokunduğu, dincilerin gizli ajandasına işaret ettiği için hedef tahtası haline getirilmişti. “Kutsal” olan iktidar ve güç tarafından belirleniyor; aydın, her kim tarafından temsil edilirse edilsin iktidara karşı çıktığında, sonucu ne olursa olsun muktedire kafa tutabildiğinde aydın olabiliyor. Aziz Nesin’in yanı sıra Yaşar Kemal’in konuşmasının da sıkça paylaşılması eksikliği hissedilen bir aydın profiline duyulan özlemle ilgili olsa gerektir.
(3) Aleviliğin temel metinleri arasında yer alan ve eşitliği savunan, iktidarı reddeden 40’lar Meclisi’ni oluşturan 40 kişiden 17’si kadındı. “17+Alevi Kadınlar” adlarını 40’lar Meclisi’ndeki 17 kadından alıyor. “Yol” içinde egemenlik kurmak isteyen erkekliğe de karşı olan bir oluşum. “+” işaretini devamlılık bağıntılı olarak kullanıyorlar. Kendilerini geçmişte bu mücadeleyi vermiş kadınların ardılları, onların “Sır”larının sırdaşları olarak görüyorlar.