Bakmakla görmek arasındaki farkı biliyoruz da her zaman görebiliyor muyuz, bilmiyorum. “Bakar kör” deriz örneğin, bakıyor ama görmüyor işte; “önüne baksana sen”, tam o sırada ayağımıza takılan taş, yani işaret, ne kabahati varsa küfrü yiyecektir bizden. Taşlar, belirtiler, işaretler düşersek kalkamayabileceğimizi büyük bir olasılıkla kalksak bile yara bere içinde yolun kenarına çekileceğimizi gösterirler. Taşları, işaretleri, belirtileri, önceden görebilsek önlem alabilir, yola devam etmeyi başarabilir miyiz? Politikanın yolu, patikası iktidarın, muhalefetin niyetleri, hedefleri ile belirlenir. Otoriter yönetimlerin niyeti her zaman yüz yıl, bin yıl... hüküm sürebilmektir. Bu hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir hayaldir ama yine de her yolu, yöntemi deneyen egemenlerin değişmez niyeti olur.
Bu siyasi gerçek Türkiye için de geçerli. Son büyük belirtisi, işareti, bir “reform” tasarısının yeni yılın ilk aylarında gündeme geleceğinin açıklanmasıdır. Bizde reformdan söz ediyorsa tersinin yapılacağından kuşku duymamak gerekir. İyi olan bu kez daha başta re-formun, anlamının yeniden yazılmış, durumun mevcut yasallığın daha da de-forme edileceğinin açık işaretler sayesinde önceden anlaşılmış olmasıdır.
Ne gizleniyor, gizleniyor mu? Yasalaşan son torbayı açalım içindekine bakalım. Torbanın üstünde ne yazıyor? “Kitle imha silahlarının yayılmasının finansmanının önlenmesine ilişkin kanun” Teklifin yani torbanın içinde bu konu ile ilgili yalnızca altı madde vardır, gerisinde dernekleri kısıtlayan, daha doğrusu öldürebilecek hükümler yer alıyor. Avukatlarla ilgili değişiklikler de avukatlığın en önemli temel bir özelliğini yok ediyor. Lafzına itiraz edilmesin diye dikkatli bir şekilde yazıldığından hiç kuşku duymuyorum; ama zaten bizde önemli olan ruhtur, özellikle de yasanın değil, yönetenlerin ruhudur.
YASALAR GEÇERSİZ KILINMIŞSA
Peki bu kadar mı, başka işaret yok mu? MHP’nin düzen siyasetinin normal ölçülerini aşan, yani niyeti açık eden söylemi, bu partinin Cumhur İttifakı'ndaki etkinliği dikkate alınırsa önemli işaret sayılmalıdır. AKP sözcülerinin, bütçelerini savunan bakanların üslubu, AYM kararlarına uyulmayabileceğini gösteren pratik, “sükut ikrardan gelir” sessizliği, HDP’li vekillere karşı gittikçe hoyratlaşan, öteki vekillere tanınan hakların onlara tanınmayacağını gösteren uygulamalar da sayılabilir. Bu uygulamaların amaçları arasında Millet İttifakı'nı bu parti ile eğer varsa işbirliği eğiliminden caydırmak da yer alıyor. Belirtilerin en tazesi ise önümüzde duruyor; AİHM’nin Demirtaş kararının tanınmayacağı da açıkça ilan edildiğine göre uluslararası anlaşmaların üstünlüğüne ilişkin Anayasa hükmünün görmezden gelineceğini, Avrupa Konseyi ile tatlı sert bir “kapışmanın” göze alındığını söylemek kehanet sayılır mı?
Meclisteki bütçe görüşmelerinde iktidar kanadının üslubu önemli bir işarettir, belirtidir dedik; Muhalefet partilerinin bu üslûba yanıt verdiğini, eleştirilerini esirgemediklerini gördük, izledik. HDP’ye yönelen ağır hakaretleri duymazdan geldiklerini, yalnızca Türkiye İşçi Partisi’nin Erkan Baş ve Barış Atay’dan oluşan iki kişilik etkin “grubunun” ve bağımsız vekil Ahmet Şık’ın bu sessizliği deldiklerini de saptayalım ki tablo tam olarak ortaya çıksın. Bu arkadaşlar saldırılara karşı korkusuz bir tutum içindeler; biz de buradan korku meselesine geçebilir, işaretler, belirtiler ile korku arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışabiliriz.
KORKUNUN KRALLIĞI YIKILABİLİR Mİ?
Varlığın anlamı konusunda çok sayıda ve iddialı literatür biriktirmiş olan günümüz filozofları, hep kendilerini yansıtan aynanın arkasındaki gerçeği gösteren solu fazla ciddiye almazlar. Varoluşçu filozoflar içinde savaş sırasında gerçeklerle yüzleşen Sartre gibi olanları ayıralım, insanın varlığını “dasein”ın kör yoluna sokanlar da doğrusu ömür boyu korkudan kurtulamadılar. Hitler’i desteklediklerinde de, savaş sonrasında dağdaki evlerine çekildiklerinde hep bir korkuyla yaşadılar. Korkuya karşı savunmalarında, sürekli neden rota değiştirdiklerini açıklama kaygısıyla insanoğlunu amaçsız bırakan “yol” tezine sarıldılar. Der Spiegel söyleşisinin, korkak savunmanın, ya da itiraflarının ölümünden önce yayımlanmamasını şart koşan Heidegger, hedefe giden yolu değil, anlamı kendisi olan yolu savundu. Oysa insana yakışan, Marx’ın yaşamı boyunca kanıtladığı, korkuyu değil mücadeleyi öne alan, yol ile yolcunun karşılıklı etkileşimini, “eğitenlerin de eğitileceği” görüşünü esas almaktır.
İtiraz eden ama itirazını dile getirmekte çekingen davranan, korkunun yaşamı tehdit eden çemberinde kendisiyle büyük bir hesaplaşmaya girişmiş insan, gecenin sessizliğinde korkuya kapılmış da olsa karanlığa aldırmıyor, vazgeçmiyorsa her türlü övgüyü hak eder
Önemli olan mezarlıktan geçerken ıslık çalanı kınamak değil, mezarlıktan geçebilmektir.
Zulmedenlerin, hak hukuk tanımayanların ise ömürleri boyunca korku içinde yaşadıkları ve korktukça da zalimleştikleri söylenegelmiştir. Bu tür korkunun iki nedeni var; birincisi eldekileri, gücü, zenginliği, iktidarı, iktidarın sağladığı konforu yitirme tehlikesi, ikincisi varlığını yitirmekten, geleceğin belirsizliğinden, işlenen suçların büyüklüğünden, cezalandırılmaktan kaynaklanan korku. İkinci Dünya Savaşı’nın Nazi liderlerinin bir kısmı intiharı seçti, kaçabilenler dünyanın öteki ucuna kaçtılar. İsrail’de yargılanmış Nazi canavarı, yüzlerce kişinin katili Eichmann “hayatım boyunca korktum” diyordu.
Peki Türkiye’de düzen siyasetçileri nasıl bu kadar pervasız olabiliyorlar? Sorunun yanıtı bizim ülkemizde, “devr-i sabık” yaratmamak siyasi kültürünün egemen olmasıdır. Bu güne kadar, iktidarlar sonradan büyük pişmanlık kaynağı olmuş siyasi idamlar, darbecilerin yargılanması gibi istisnalar bir yana hasımlarını öyle ya da böyle affetmişler, faturayı gerçekte hasım olabilecek güçte olmayan kesimlere, sık sık da sola çıkarmışlardır. Bu nedenle de suça ortak olmaktan kaynaklanacak bir korku siyasilerde ve devlet bürokrasisinde çok etkin ve etkili değildir.
Diyelim ki onlar düzene çok güveniyor kendi aralarında işi çözebiliyor, hesap vermek zorunda kalacaklarına da inanmıyorlar, peki şimdilerde dağınık da olsa kendini gösteren halk muhalefeti korkuyu yenebilir, ıslık çalarak da olsa mezarlıktan geçebilir mi? Geçebilir. Önemli olan insanın kendi varlığının sahibi olmadığı duygusunu yenebilmektir. Şu mantık insanı korkunun karanlığına kapatır; “çalışıyorum ama onlar karar veriyor, her an işimi elimden alabilirler, onların yasaklarına tabi olarak yaşıyorum, yasaları istedikleri gibi değiştirebiliyorlar.” Burada durur insan; şimdi yaşadığı bu yabancılaşma duygusuyla baş edebilecek, sağlam bir varsayımı daha vardır çünkü: “ben yokluğa yoksunluğa, irademin elimden alınışına katlanamam, onlar benim sayemde, bana karşı hüküm kuruyorlarsa, bunu kabul edemem.” Böylece o türkünün öznesi gibi düşünme zamanı gelir: “Ölümden korkup da gününü sayan ölür gider yar koynuna giremez.”
***
Belirtiler, işaretler bu yöndedir. Demek ki gerilimin tırmandırılması, hukukun bir yana bırakılması, otoriteyi güçlendirecek son adımların atılması aşamasındayız.
Peki bu gidişin karşısında duranların, muhalefetin hedefi niyeti nedir? Dar ya da geniş anlamıyla politikada bir tarafın iradesi, eylemi sonucu belirlemeye yetmez. Soru ya da sorun, aslında karmaşık değil. “İktidarın niyetlerini boşa çıkaracak bir muhalefet var mı?” sorusudur. Bu soruya şu koşullarda, 'evet var', diye yanıt veremiyoruz. Kuşkusuz soldan merkeze, merkez sağa uzanan renkli ama ideolojik birliği olmayan bu nedenle de iktidarın “milliyetçi” atakları karşısında sendeleyen, iktidarın hiç aldırmadığı “meşruiyete” gönül vermiş bir muhalefet var. Tam da bu nedenle muhalefette, iktidarın niyetlerinin gerçekleşmesinin önüne geçebilecek güçlü bir irade oluşmuyor.
Siyaset dayatılmış bir kulvarda ilerliyor. Tehlike büyüyor. Sosyalist Sol gerçekleri söylemek zorundadır; Solun derdi akıl hocalığı yapmak değil, ama durumu açık net bir şekilde anlatmaktan kaçınabilir mi? Bu görev solun yakın zamanda kendi programıyla sonuç alabilecek olup olmamasından, halk muhalefetini siyasi olarak örgütleyebilme potansiyelinden bağımsız, ertelenemez bir görev değil midir?
2020 kötü bir yıldı, 21’in sağlık ve mutluluk getiren bir yıl olmasını diliyorum,