Bundan beş yıl kadar önce, başlığını sevgili Adalet Ağaoğlu’dan çaldığım “Göç Temizliği” adlı bir yazı yazmıştım.
O zaman yetmiş yaşındaydım.”Hayatımın sonbaharında” olduğumu söyleyince, bir dost: “söylemeyin öyle şeyler!” demişti. Oysa kendi hayatımın hangi mevsiminde olduğumla hesaplaşmak beni herhangi bir zamanda ne ürküttü ne de karamsarlığa sürükledi.
Kendimi böyle yaptığım için yalnızca “gerçekçi” diye nitelendirdim. Şimdi ise aradan beş yıl geçti ve ben yetmiş beş yılımı tamamlamak üzereyim. Sözünü ettiğim hesaplaşmayı da artık daha bir kararlılıkla ve soğukkanlılıkla sürdürüyorum.
Hayatla olduğu kadar onun sonu ile de hesaplaşmak, her kültürün gündeminde yer almıştır. Gılgamış’tan bu yana insanın ölümlülüğe baş kaldırışı da edebiyatın hep işleyegeldiği bir konu.
Bana gelince, hayatımın yetmiş beş yılını geride bıraktıktan sonra ölüme baş kaldırmıyorum. Yalnızca ona, örneğin bundan yirmi yıl öncesine oranla daha yaklaştığım bir olgu gözüyle bakıyorum. Her olgu gibi, onu da hayatımdaki yerine oturtmaya çalışıyorum. Büyük bir olasılıkla içinde yaşadığımız kaos ortamının etkisiyle, bazen başka yorgunluklara hiç benzemeyen, tuhaf bir olgunluk, bazen de artık hayatla ve dünyayla hesaplarımı kapatmış olduğum duygusu, daha ender olarak da bir tür bıkkınlık, beni göç temizliği diye de adlandırılabilecek bir eyleme sürüklüyor.
Bütün bunların nedeni, kesinlikle artık yapacak ve yapmak istediğim şeylerin tükenmiş olması değil. Tersine, kafam çeşitli projelerle dolu. Daha eski zamanlarıma oranla tek fark, bunları artık “yaşadım” diyebilmek için koşu saymıyor oluşum. Bundan böyle gerçekleştirebildiğim her projeyi bir armağan sayacağım. Fakat artık ne pahasına olursa olsun onlar için yaşayayım diye bir kaygım yok. Geçmişin defterlerine baktığımda, onların sevgilerden, başarmayı isteyip de başardıklarımdan, gelmek isteyip de geldiğim yerlerden yana hayli zengin olduğunu görüyorum; ve bu saptama, içinde yaşadığım sonbahar atmosferinde beni rahatlatıyor.
Çeşitli kültürlerde hep yinelenen ‘son ile hesaplaşma’, bu olsa gerek. “Keşke”lerim pek kalmadı. Tutkulara gelince, Çehov’un “Bir noktadan sonra hayatın huzurlu ve tenha yollarını da seçmek gerek!” öğüdüne uyarak onları da geride bıraktım. Benim göç temizliğimin başlıca çabası sanırım bu oldu.
Şimdi bulunduğum yerden geriye artık çok farklı bakıyorum. Sanki düşük hızla giden bir trendeyim ve “keşke uğramasaydım!” diyebileceğim istasyonlar çok az. Pişmanlıklarım ise neredeyse hiç yok. Başlangıçta sürüklendiğim, daha sonra da kendi seçtiğim duraklardan hep tek kişilik kompartıman biletleri almış olmaktan bile pişman değilim. Giiştiğim göç temizliği sanırım önce onları sürkleyip götürdü. Geriye yalnızca bugünümü zenginleştiren yaşanmışlıklar kaldı. Şimdi son’la hesaplaşırken tek dileğim, hayatımın Colette’in bir kitabında dediği gibi, “sessiz ve sedasız, külrengi bir ölümle” noktalanması.
Hayatla hiçbir ciddi hesaplaşmanın o hayatın sonunu hesabın dışında bırakarak gerçekleşebileceğine inanmıyorum. Bu, sanırım bulunduğum yaşa özgü ayrıcalıklardan biri. Çünkü insan gençlik rüzgârlarının önüne katılmış sürüklenirken, son’a uzanan yolun bitmesine daha çok var diye düşünüyor. Buna karşılık yetmiş beş yaş, hayatın başı ve sonu ile bir bütün olarak hesaplaşabilmek için elverişli bir zemin …