Beşir Atalay’ın muhalefet partisinin halkı sokağa dökmek istediğine dair kaygıları ile Bülent Arınç’ın halkın yüzde ellisinin bakışlarında nefret görmesi bir araya getirildiğinde ortaya tam bir devrim tablosu çıkıyor. Bugün mecliste görüşülecek “İç Güvenlik Reform Tasarısı"nı iktidar saflarından gelen bu kaygılara eklersek, büyük bir toplumsal patlamanın eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bütün diktatörler ya da aday diktatörler devrilecekleri zamanın geldiğini şaşmaz biçimde hissetmişlerdir. Ancak en tepedekiler devrileceklerini hissettiklerinde tuhaf davranışlar sergilemeye başlarlar.
Bu en tepedekiler genellikle benmerkezci tiplerdir, yanlış yaptıklarını, yenildiklerini asla kabul etmezler ve ülkelerini felakete sürükleyene kadar yollarına devam ederler. Mutlaka bir umut vardır. Her an yeni müttefikler bulabileceklerine, baskıyı artırarak sonuç alabileceklerine inanırlar.
Hitler mesela, Sovyet askerleri neredeyse sığınağının girişine gelene kadar gerçeği kabul etmemiştir. II. Dünya Savaşı’nın son büyük tank muharebesi olan Kursk savaşından önce generalleri ona kazanma şansı olmadığını söylemişler, panzer tümenlerinin Berlin savunması için kullanılması gerektiğini anlatmışlar, fakat onun zafere olan inancını sarsamamışlardır. Daha sonra tuhaf davranışlar sergilemeye başlar. Mühimmat Bakanı, mimar Albert Speer durumun farkındadır. Her şeyin bittiğini anlamış ve zuladan tüyme hazırlıklarına başlamıştır. Fakat Hitler her sabah onu elinden tutup sığınağının en alt katına indirmektedir. Orada Roma Cermen emperyal estetiğine göre yeniden inşa edilecek Berlin’in maketi vardır. Speer her sabah Hitler’e yeni Berlin’i anlatır, Hitler yüzünde gururlu ve uhrevi bir ifadeyle dinler. Bu arada gerçek Berlin Sovyet topçusunun ve müttefik hava kuvvetlerinin ağır bombardımanı altında alevler içinde yanıp yıkılmaktadır.
Çok sık kullanılmasına rağmen Hitler’in bizim durumumuzu açıklamak bakımından abartılı bir örnek olduğunu hep düşünmüşümdür. Bir kere o sahne çok daha geniş, olaylar ve karakterler çok daha derin ve dramatikti. Bizimkilerin durumu biraz mizahi, gene de devrilme sırasında fazla insani kayıp olmamasını dileyelim.
Mizahi olmanın yanı sıra biraz da cehalet ve dünyanın tarihini ve şimdiki ahvalini kavrama zorluğu var galiba. Raul Castro biraz zorlanmış, kafası karışmış olmalı. Che müzesinin önünde poz veren, Mustafa Kemal anıtına çiçek koyarken Jose Marti anıtına boş gözlerle bakan “Uzun Adam” Havana’ya Ortaköy Camii öneriyor; ABD’nin arka bahçesi Meksika’dan “rapçi John” gibi “Hey, you Obama… Neredesin Obama, neredesin Kerry, neredesin Biden!” diye sesleniyor. Cevap yok! Allah varsa, selamet versin. Zor işler bunlar. Oradan sert ya da yumuşak iniş, çıkıştan çok daha zor!...
Başa dönecek olursak, halk leğenin içindeki su gibi sokağa dökülmez. Yolsuzluğa batmış, hırsızlığının kanıtları televizyon ekranlarından milyonlara ulaşmış, kendi silahlı kuvvetlerine komplo yaptıktan sonra sorumluluğu ortağının sırtına yükleyip köylü kurnazı tavrıyla aradan sıyrılmaya çalışmış, ülkenin yerleşik normlarıyla oynamış, kurucu babalara “iki ayyaş” demiş, memlekette kamu yararına ne varsa satıp parasıyla yeni bir zenginler sınıfı yaratmış, kentleri beton cehennemine çevirmiş, köylüyü tarımdan parayla koparıp kendisine oy deposu yapmış, sendikaları çürütüp işçileri emekçileri patron karşısında köleleştirmiş, savaş çıkartmaya çalışmış, eğitim kurumlarını tarikatlara cemaatlere teslim etmiş, “kindar nesil” yetiştirmek istediğini ilan etmiş, üstüne bir de saray dikmiş, böylece meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı halk kutsal direnme hakkını kullanır. İktidar sahipleri, seçmenin yüzde ellisinin bakışlarında nefret gördüyse, halk direnme hakkını kullanmaya başlamış demektir. Direnme hakkının içtihadı bile var. Kendisine çok şey borçlu olduğumuz 1961 anayasası, “hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak” sözleriyle başlar.
Demek ki halkın yüzde ellisi lafa şöyle başlayacak: iç güvenlik reformuna, biberine gazına, taşına sopasına…