Hakikat!..
Kömür tabakalarını parçalayarak ışığı açığa çıkaran bir kazma işlevine sahip değilse eğer siyaset başka nedir ki?
“Güneşi görebilmek için karanlığı kazıyoruz!”
Şiir başka nedir ki?
Güneşi görebilmek için karanlığı kazmak!..
Kömür madenine, maden işçiliğine dair söylenecek her söz, yapılacak her tasvir ve getirilecek her tanımlama bu ifadenin yanında eksik ve yetersiz kalır.
Kaç gündür Amasra’daki grizu patlaması sonrası yitirdiğimiz işçi kardeşlerimizden Yasin Çelik’e ait bu ifadenin ve fotoğrafın yansıladığı anlam katmanları etrafında dolanıp duruyorum.
Kömür karası, karanlık, kuyu, yeryüzü, güneş, ışık, ekmek parası.
Fotoğrafın dili, sözün şiddeti!
Fotoğraf gündüz vardiyası sonrası çekilmiş olmalı, belki de gece, bilemiyorum. Oturduğu bankın arkasındaki kalorifer peteği işçi kardeşimizin kapalı bir mekânda olduğuna işaret ediyor. İşini yapmış insanların ferahlığı var yüzünde. Birazdan güneşe çıkacak. Gülümsüyor. Ölüme uzak. Hayata bakıyor.
Bir başka fotoğraf, bir başka anlatım:
Kendisi teşhis edememiş ama annesi kulaklarından tanımış bu açık kıyımda yitirdiği kardeşini, abisi öyle söylüyor, çünkü diyor “ne de olsa annesi...”
“Ne de olsa annesi!..”
Bu, onların hakikati. Onların acısı. Amcasının kucağında babasının fotoğrafına bakan çocuk büyüyecek, acısını yaşayacak yaşa geldiğinde yine kendisi --bir başkası değil ama kendisi-- o büyük göçüğü, ansızın gelen patlamaların yaşamında yol açtığı o derin boşluğu tarif edecek.
Hesap sormak da içinde olmak üzere hiçbir siyasi demeç, hiçbir taziye tümcesi bu acının gerçek sahibinin yaşadıklarını anlayamaz, anlatamaz, tanımlayamaz, onu teselli edemez.
Çünkü şiddete maruz kalanın hakikati farklıdır, kendi içinde ağırdır, katmerlidir. Onların kahredici hakikati hamasete, karşılığı olmayan sözlere kapalıdır.
Her sınıfın her günkü hayatları tarafından içeriği belirlenen kendi hakikatleri vardır. Yazgıyı belirleyen o hayattır. Her ne olursa onun içinde olur, bazılarının payına acı ve yıkım çok daha fazla düşüyor olsa da.
2014 mayıs ayında yaşanan Soma maden kıyımı sonrası bölgedeki okullara dönük bir tür rehabilitasyon programına katılmıştım. Kitaplarımı imzalayacak, nasıl yazar olunur, nasıl yazılır vb klasik soruları yanıtlayacaktım. Gün boyunca birden çok okula gittik. İkinci okuldu sanırım, rehberlik eden arkadaşlar en çok yitimin bu bölgeden olduğunu, seçilen sınıflarda babasını yitirmiş çok sayıda çocuğun bulunduğunu, ruh hallerini gözetmemiz gerektiğini belirttiler. Uyarıya hiç gerek yokmuş aslında. Etkinliğimiz sırasında çocukların bakışlarından, “hayal, yolculuk, mutlu, mesut” gibi kavramlarla kurmuş oldukları donuk ilişkiden kimin babasız kaldığı, kiminse belirsiz bir kara habere kadar babasını kapıda karşılayacağı belli oluyordu. Aynı sınıfta aynı sırada yan yana oturuyorlardı ama madenle olan ilişkileri, hayata dair keder verici hakikatleri artık değişmişti.
Hakikat!
Genç yaşında hayat arkadaşını yitirmiş bir madenci eşi, “Bu kaza değil cinayet. Soma gibi üstü örtülmesin” dedikten sonra şöyle bir tümce kurabildi ağlayarak: “Dokunmadım eşime, dokunamadım, öpemedim, yüzü, vücudu yanmıştı.”
Nâzım’ın “Ölüme Dair” adlı şiirinde geçer. Şair hapishanededir. Uyurken hücre penceresinden içeri giren dostlarıyla konuşmaktadır. İstanbul limanında bir İngiliz şilebine kömür yüklerken ölen Osman oğlu Hâşim’e hitaben şöyle der:
“Bir eski Acem şairi: / ‘Ölüm adildir’ — diyor,— / ‘aynı haşmetle vurur şahı fakiri.’/ Hâşim, / neden şaşıyorsunuz? / Hiç duymadınız mıydı kardeşim, / herhangi bir şahın bir gemi ambarında / bir kömür küfesiyle öldüğünü?”
Hakikat:
Ölümün adil olması için hayatın adil olması gerekir!
Nasıl demişti, arkadaşlarını yaşanan bir göçük sonrası yitirmiş Zonguldaklı madenci, değme bilinemezci şair taifesine parmak ısırttıracak bir gerçekçilikle:
“Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. Aşağıdaki ölüm olasılık, yukarıdaki açlık kesin!”
Evet bu kadar yalın, bu kadar duru, bu kadar açık!
Kader değildir elbette ama madenci o meşum ihtimali bilerek iner yerin altına. Güneşe çıkan yolun da cehennemin de kendisinin ve ailesinin yaşama tutunma aracı olan kazmasının ucunda olduğunu bilir.
Cehennem!
Grizu patladığında sıcaklığın 7.000 dereceye kadar çıkabildiğini, patlama anında oluşan basıncın ray demirleri gibi en kalın metalleri bile hamur gibi eğip bükebildiğini söylüyor uzmanlar.
Millî ve yerli ve elbette bileyerek isteyerek ifrada vardırılan dinî söylemler eşliğinde toprağa verildi madenciler. Yapılan açıklamalarda; yitirdiğimiz canları şehit olarak tanımlayanlar, fıtratla kaderle ilişkilendirenler, şahadet makamına ulaşmak suretiyle peygambere komşu kılındıklarını söyleyenler oldu.
Annesinin bile ancak kulaklarından tanıyabildiği ölü, o gün vardiyası değiştiği için o sırada madende olan bir başka ölü ve diğerleri... Onlar, o yaşamdan koparılanlar cennet muştulu böyle bir ölüm biçimini tercih ederler miydi?..
Fıtrat, kader dinî ideolojiye ait kavramlardır, şehitlik de öyle.
Her üç kavram da olan biteni kişinin alın yazısıyla ilişkilendirir. Dinî ideolojide sorgu sual yoktur, kabul vardır. Neden niçin gibi sorular verili kabul üzerinden boşa düşürülerek tepkiler pasifize edilir, sönümlendirilir.
Soma’da, Ermenek’te ne olduysa Amasra’da da o oldu. Aynı dil, kurgu devreye sokuldu. Benzer açıklamalar yapıldı.
Hele o taziye ve mezar başı ritüelleri yok mu? Öfkelenmemek elde değil. Nasıl da riyakâr, aymaz ve utanmazlar.
“Öfkeyi unutmamalı” demişti Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi’nde, “çelik bir pimdir dişlerinin arasında dursun!”
Kaza değil cinayet! Öfkemiz aymazlığadır, göz göre göre işlenen cinayetin üstünü örtme çabasınadır.
Dil önemlidir, biliriz ki siyasi hegemonya sözcükler ve kavramlar aracılığıyla kurulur.
Sözcükler de içinde olmak üzere kökten bir kopuş gerçekleştirilmeden yeni bir dil oluşturulamaz.
Kömür tabakalarını parçalayarak ışığı açığa çıkaran bir kazma işlevine sahip değilse eğer siyaset başka nedir ki?
Çıplak, yalın gerçektir. Sınıfsal hakikattir.
Manifestonun ilk cümlesi olsun o zaman, en başa yazalım:
Güneşi görebilmek için karanlığı kazıyoruz!