Gezip okumak

Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı sorusunun yanıtı elbette bir kitap köşe yazısında gezmek olmayacaktır. Ancak bu demek değildir ki gezmek öğretmez; öğretir ama bu amaçla yaklaşılırsa, insan ne gördüğünü kavramaya çalışırsa. Aslında keyif almanın gerçek yolu da budur: Gördüğünü anlamak. Zaten hiçbir şey anlamadan sevilemez ki…

Bunları yazmamın nedeni; garip, mekanik bir gezme kültürünün toplumda yayılması. Bir arkadaşımın dediği gibi; çoğunlukla tanımak, keyif almak için değil de görülen yerler listesine yeni bir “tik atmak” için yapılıyor. Tüketim toplumunda gezinin tüketilmesi de böyle oluyor demek ki… Bence, zaman boşa geçiriliyor, elindeki paranın bir kısmını da sistem böylece geri alıyor.  Şöyle açıklayayım: Bir gün Marmaris yakınlarındaki Kleopatra Adası’ndaydım. Çok güzel, küçük bir adadır. M.Ö 200 yıllarına tarihlenen kalıntılar ve dünyada eşi benzeri olmayan harika bir kumu vardır, manzarasından söz etmiyorum bile. Tarih boyu ticari, askeri bir önemi hiç olmamış; sadece hoşça vakit geçirmek için kullanıldığı düşünülüyor. Sırtımı Roma’ya dayayıp, hafif esintili bir havada Gökova’ya bakarak bir şeyler içerken hemen yanımdaki bir konuşma geldi kulağıma: “Geldik mi, geldik; gördük mü, gördük, tamamdır.” Dikkat ederseniz ne keyif ne anlama, hiçbir şey yok. Mekaniklikten, tik atmaktan kastım bu: Geldik mi, geldik; gördük mü, gördük.

Turla dolaşmak ise tam bir felaket. Genellikle gün sayısı kadar kent görülüyor, her gün ayrı bir kentte konaklanıyor. Sabah erken bir saatte kalkılıp, tüm gün hareket halinde geçirilip; akşam yemeği saatlerinde başka bir kentteki, başka bir otele geliniyor. Çok kısa bir zaman içerisinde koşuşturma ile onca yeri gezdikten sonra insanların gördükleri yerleri birbirine karıştırdığına eminim. Ben de iki kez tura katıldım, ikisinde de gezilecek yerlerin önemli kısmını daha önce görmüş olmama rağmen bazı ayrıntıların hangi kentte olduğunu karıştırdığımı fark ettim; en azından yemek yediğimiz yerleri. İlk kez dolaşanların halini düşünmek bile istemiyorum. Bir rehber arkadaşım anlatmıştı, Mardin gezisini tamamlayıp otele döndüklerinde bir kişi “Mardin’e yarın mı gideceğiz?” diye sormuş! Durum tam olarak böyle. Olsun, sorun değil; gezi listesinde Mardin’in karşısına tik atıldı ya!

Turcuların Türkiye’de, hatta dünyada görmedikleri yer neredeyse kalmamış gibiydi iki tur sonrası benim izlenimlerimde. Konuşmaları resmen dudak uçuklatıcı türdendi: “Bolivya’ya gittin mi?”, yanıt “gittim”. Konuşma burada bitiyor. Sonra başka bir ülke veya kent soruluyor ancak bunu takip eden ikinci bir soru, ayrıntıyı veya çok hoşuna giden veya dikkatini çeken bir şeyi konuşmak yok. Dedim ya önemli olan tik atmak. Bir de asla tik attıkları yerlere bir daha gitmiyorlar. Aslında insan sevdiği bir yere tekrar gitmek istemez mi, bir müze bir kez görülür diye bir kural mı var? Aksine nasıl sevilen bir müzik defalarca dinleniyorsa keyif alınan bir yer de birden fazla görülebilir. Ama turcular için tik atıldıktan sonra orası bitmiştir, tüketilmiştir.   Acaba, “Tikin üstüne tik atılmaz.” diye bir turcu deyimi olabilir mi?

Tur rehberleri ise başka bir alem. Elbette konularını biliyorlar (turlardan birinde rehber arkeoloji doçentiydi.) ama biraz konu dışına çıkınca deyim yerindeyse uydurmaya başlıyorlar. Aslında biraz da turcular onları buna zorluyor, akıllarına gelen her şeyi bir öğrenci edasıyla soruyorlar çünkü. Sanırım rehberler için de en kolayı, doğru veya yanlış bir yanıt vermek oluyor. Yine bir arkadaşım anlatmıştı; bir turda küçük bir grubu gezdiren genç bir rehber, “Bilmiyorum.” diye yanıt veriyormuş bazı sorulara. Deneyimli bir turcu uyarmış: “Evladım biz para verip bu tura katıldık, sen sorularımıza yanlış da olsa bir yanıt ver, bilmiyorum deme, biz nasıl olsa yanıtını unuturuz ama kendimizi iyi hissederiz.” demiş. Eee, rehberi biraz da turcular rehber yapar.

Evet, bir rehberin peşinde dolaşmak kötü bir duygu ama her şey çok kolay; ne yemeliyim, nerede kalayım, nereyi göreyim diye düşünmüyorsun, tur ve rehber bunu senin adına yapıyorlar. Üstelik bireysel gezmekten daha ucuza geliyor. Ama yine de sürünün parçası olmak hoş değil.

Peki, bunca laftan sonra nasıl gezmeli? Bence bireysel veya sevdiklerinizle ve kesinlikle okuyarak, neyi gördüğünüzü bilerek.

Anadolu pek çok uygarlığın doğduğu, geliştiği ve dünya kültürünün çekirdeğini oluşturan bölgelerden birisi. Yeryüzünde Hitit, Urartu, Frig, Lidya, Helen, Roma ve Bizans kültürünü bir arada bulunduran başka bölge yok. Bunların yanında küçük kalan diğer uygarlıkları yazmıyorum bile. Böyle olunca her gezi muhakkak bir antik şehri içeriyor doğal olarak. Bunlar hakkında bilgiye kolayca ulaşılabilir ama temel eksiklik karşılaştırmalı yaklaşımlarda olmakta. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Evet, Hitit medeniyeti iyi de o sırada Ege’de ne vardı? Hititlerin dünya üzerindeki politik konumu ne idi? Bunları bilmeden bütüncül bir yaklaşımın olanaksız olduğunu düşünüyorum. Selçuk Gür’ün Anadolu Uygarlıkları ve Antik Kentler kitabı bu gereksinimi karşılayabilecek nitelikte.  Göbeklitepe’nin Akeramik Neolitik Dönem’e ait olduğunu bilmeden, seramikli neolitik dönemde mühürlerin yapılmasının mülkiyet kavramıyla ilişkisini anlamadan, ikonların neyi anlattığını kavramadan, sadece “Aaa ne güzel yapmışlar!” veya “O devirde bu koca taşları nasıl buraya getirdiler ki?” demekten veya Helenistik Dönem’in devasa tiyatrolarına bakıp “Tüm kent aynı anda tiyatroya mı gidiyormuş?” diye düşünmekten daha öteye geçemezsiniz. Bu da bence gitmeseniz de olurdu anlamına gelir. İşte bu duruma düşmemek için Gür’ün kitabı iyi bir kaynak. Bu ve benzeri diğer kaynaklar daha yakın geçmişle bağlantı kurmak için de önemli. Selçuklu ve Osmanlıyı kastediyorum; onların da kökeni bu uygarlıklarda çünkü. Bence Urartulardaki anıtsal kapıları bilmeden Divriği’deki “cennetin kapıları” diye anılan Ulu Cami’nin kapıları anlaşılamaz.  Kitaba dönersek elbette sorunlar da var, özellikle krokiler biraz daha profesyonelce çizilebilirdi veya sikkeler üzerinde daha az durulabilirdi (konu yazarın doktora konusu olduğu için olabilir.) diyebilirim.

-Anadolu Uygarlıkları ve Antik Şehirler. Selçuk Gür. Alfa Yay., 2007. Baskısı yok, sahaflarda 150-200 TL arası.

Antik Dönem’de kentlerin karşılıklı konumu için ise belki de tek kaynak Amasyalı Strabon’un Coğrafya adlı kitabı, daha doğrusu 17 kitaptan oluşan yapıtın Anadolu’yu anlatan üç kitabı kapsayan cildi. Kitap önemli çünkü örneğin, bugün Nemrut’a bakıp “Böyle bir yerde neden uygarlık gelişmiş ki?” sorusunun yanıtını Strabon; bu çevrenin sık ormanlarla kaplı olduğunu, toprakların verimli, su kaynaklarının bol olduğunu anlatarak veriyor. Sıfır yılı civarında yaşayan Strabon için Coğrafya olan, bizim için elbette tarih ama yine de “Eski zamanlarda …….olduğu söylentisi vardır.” gibi söylemi ilginç oluyor. Bence bu kitap akademik ilgi dışında alıp baştan sona okumaya uygun değil (ben yazacağım her kitabı o dönem içerisinde baştan sona okuyacağımı söylediğim için yaptım) ama kaynak kitap olarak el altında bulundurulup gerektiğinde ilgili kısımlar okunmalı diyorum.

-Coğrafya (Anadolu) (Kitap: XII, XIII, XIV). Arkeoloji ve Sanat Yay., yaygın dağıtımı yok, yayınevinde 31.5 TL.

Elbette kılavuz kitaplar da var. Öncelikle bütün belediyelerin yöreleriyle ilgili bastığı kitaplar akla geliyor. Ben buraya örnek olarak Ankara ve Mudanya’yı aldım. Örnekler çoğaltılabilir ama dedim ya her yazdığım kitabı o dönemde tekrar okuyorum, bana da yazık. Bu kitaplardaki bilgiler genellikle çok yüzeysel ve herhangi bir internet kaynağından ulaşılabilecek nitelikte. Ben bu kılavuzlarda en çok fotoğrafları seviyorum, bana kalırsa bahsedilen her yapının en güzel açıdan çekilmiş fotoğrafını koyuyorlar. Özellikle Ankara’da bu çok belirgin. İçerik açısından ise yetersiz, abartılı ve yanlış olabiliyorlar. “Dünyanın ilk…”, “Avrupa’nın tek…” gibi sözlere temkinli yaklaşmak gerekiyor.

-Ankara Mudanya. Her ikisi de satılmıyor, belediyelerden istenebilir.

Mudanya’dan devam edecek olursak şirin bir ilçe evet ama antikite açısından zayıf olduğu söylenebilir. Bence bu bölgenin özelliği için Hüseyin Genç’in Mudanya’nın Zor Yılları kitabını okumak uygun olacaktır. Bazı noktaları saptamak gerekir: Öncelikle Evliya Çelebi’nin sözleriyle “Halkı Rum’dur.”; ikincisi, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali sırasında Ali Nadir Paşa’nın emriyle tek kurşun atmadan teslim olan 56. Tümen buraya getirilmiştir; üçüncüsü, “Tutsaklıkta bulunduğu kesin olan padişah iradesine mutanın (boyun eğme) gerekli olmayacağı kesindir.” açıklaması burada yapılmıştır; dördüncüsü, Kurtuluş Savaşı’nın kazanıldığının anlaşılması üzerine Anadolu’daki iş birlikçiler kaçmak için buraya doluşmuşlar ve olasılıkla bir kısmı kimliğini gizleyerek buraya yerleşmiştir; beşincisi, Birinci Dünya Savaşı’nı resmen sonlandıran mütareke burada imzalanmıştır ve son olarak ezanın Türkçe okunmasına karşı çıkanların bir kısmının burada gösteri yapması üzerine Mustafa Kemal, ünlü Bursa Nutku’nu okumuştur. Şimdi bunlar bilinmeden ve saydığım noktaların yarattığı tarihi şizofreniyi kavramadan Mudanya ve/veya son günlerde burada gelişen Suriyeli sığınmacılara yönelik ırkçı yaklaşım nasıl yorumlanabilir ki?

-Mudanya’nın Zor Yılları. Hüseyin Genç. Mudanya Belediyesi, 2014. Satılmıyor, belediyeden istenebilir.

Konuyla ilgili bir diğer kaynak türü de tur şirketlerinin hazırladığı rehberler. Örnekse Ebruli Tur’un bastığı Hititlerin İzinde kitapçığı. Bu tür kitapların içindeki bilgilerin doğruluğundan bir kuşkum yok ama sanırım maliyet kaygısıyla baskı kalitesi ve buna bağlı olarak varsa görselleri kötü oluyor.  Ancak gezi rotası çizme açısından çok yararlılar.

-Hititlerin İzinde. Ebruli Tur. Satılmıyor, firmadan istenebilir.

Kültür gezilerinin olmazsa olmaz ayağı elbette müzeler. Örnek olsun diye Nezih Başgelen’in hazırladığı İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni yeniden okudum. Bilirsiniz, her müzenin çıkışında bir dükkân (Nedense bunlara dünyanın her yerinde “shop” denir.) bulunur, hediyelik eşya ve kitap satarlar. Önerim; bu dükkânlara müzeyi gezmeden önce girip, bir müze kitabı alıp, neyi görmek istediğinizi seçmeniz. Yoksa özellikle büyük müzelerde insan kaybolup gider, gördüklerinden de keyif alamaz; en azından benim için böyle. Şöyle söyleyeyim: İstanbul Arkeoloji Müzesi koleksiyonunda 82 bin arkeolojik eser, 2 bin el yazması, 600 bin sikke, 75 bin çivi yazılı tablet var! Hepsi aynı anda sergilenmiyor ama sergilenenlerin bile hangi birine bakacaksın? Seçerek dolaşmak gerekiyor. Benim önerim Osman Hamdi Bey’in bugün Lübnan sınırları içerisinde bulunan Sayda’ (Sidon) dan getirdiği ve kendisine dünya çapında ün kazandıran lahitler. Zaten İstanbul Arkeoloji Müzesi binası da bu eserler nedeniyle inşa edilmiş. Gerçekten eşsizdirler ancak bunu anlamak için lahit yüzlerindeki kabartmalarda ne anlatıldığını öğrenmek gerekir. Bu arada şu soru üzerinde düşünülürse her şey yerli yerine oturur: Sayda’dan İstanbul’a eserlerin getirilmesi o dönemdeki yasalara uygundu, tıpkı Bergama’dan Berlin’e götürülenler gibi, ama acaba şimdi her eser esas yerine dönmeli mi?

-İstanbul Arkeoloji Müzesi. Nezih Başgelen, Arkeoloji ve Sanat Yay., 2010. Yaygın dağıtımı yok, yayınevinde 17.5 TL. Müze mağazasında da bulunabilir.

Manisa’da antik eser az, büyük bir müzesi de yok; bu durumda ne yapmalı? Kent monografları bazı yerler için çok uygundur: Manisa gibi. Burası için önemli olan Saruhanlılar ve şehzadeler dönemi olsa gerek. XVI. Asırda Manisa Kazâsı bence bu iş için yeterli. Dönemi, özellikle ekonomik yapısıyla birlikte çok güzel anlatıyor. Yeri gelmişken, bu kitapta kaynaklar alışılagelmiş tarzda kitabın sonunda değil, başında. Çok hoşuma gitti çünkü ben kurgusal olmayan bir kitabı okurken önce kaynaklarına bakarım, bence araştırmanın nerelere uzandığı, ciddiyeti konusunda çok iyi bilgi verir. Ama kaynaklar başta yazılmalı demek hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Kalıplarımı ben de kırmalıyım.

-XVI. Asırda Manisa Kazâsı. Feridun M. Emecen. Türk Tarih Kurumu, 2. Baskı, 2013. Etiket fiyatı 14 TL.

Özellikle küçük yerleri dolaşırken bilin ki yaşamını o yörenin tanıtılmasına adamış birisi vardır, genellikle kitap da yazarlar. Benim dedem de böyle birisi olduğu için bu tipolojiyi iyi tanırım. Şunu söylemeye çalışıyorum: Şanslıysanız bu kişilerle dolaşmanın keyfine doyum olmaz, ciddi bir ayrıcalık yaşarsınız; yoksa bir biçimde yazdıklarına ulaşmaya çalışmak gerek. Öğretmen, sanatçı, arkeolog Celal Tuna da bu kişilerden birisi. Aslen Lapsekili ama yaşamının çoğu da Burhaniye’de geçmiş ve ikisi hakkında da kitapları var. Anaksagoras, Epikür, Ksenefon gibi bilim insanlarının yaşadığı Lapseki hep stratejik açıdan önemli bir konumda olmasına karşın hiç savaşmamış ve barış zamanlarında gelişmiş bir kent. Burayı 1800’lü yıllardan sonra gezen C. Texier, antik yerleşime ait kalıntıların görülmemesini eski yapılara ait mermer bloklarının kireç yapımında kullanılmasına bağlıyor. Evet, bu antik kentte açıkça görülen bir antikite yok ama antikite kentteki tüm yapıların dokusuna girmiş kireç olarak. Sanırım bu bilgilerle Lapseki’ye gitmek farklı bir bakış kazandıracaktır.

-Lapseki. Celal Tuna. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.

Önereceğim son kitap türü de bölgenin geçmişini anlatan romanlar olacak. Halikarnas Balıkçısı’nın Deniz Gurbetçileri buna iyi bir örnek olabilir. Bugün en sık gezilen yerler arasında Bodrum ve civarı var. Daha doğrusu Muğla kıyıları diyebiliriz. Buralardaki günümüzün görgüsüzlüğünü, pespayeliğini, yağmalanmasını anlayabilmek için Deniz Gurbetçileri’ni okumak gerek. Ulaşımın zor olduğu, insanların her yerden denize girebildiği, hemen her yerden oltayla balık avlanabildiği zamanlar o kadar da eski değil. Yunan tarafıyla yakın ilişkiler, balıkçıların aynı teknelerde ortak çalışması, sahil güvenliğin bulunmaması hayal gibi. İyi ki edebiyat tarafsız değil. Şöyle diyor romandaki süngercilerden biri: “Biz bu güzel yerleri görüyoruz. Ama çoluk çocuk bunlardan yoksun kalıyor. İnsanın parası olmalı, bir de büyük bir kayık, anasını satayım bugün bir koyda demirle, yarın başka bir koya funda et.” Belki de mavi yolculukların esin cümlesiydi bu.  

-Deniz Gurbetçileri. Halikarnas Balıkçısı. Remzi Kitabevi Yay. Bendeki 1969 baskısı, piyasada Bilgi Yay.’dan baskısı var, etiket fiyatı 30 TL.

Kitapta bir roman bütünlüğü yok ama Balıkçı’nın yazdıkları çok güzel. Nasıl Yaşar Kemal’i okurken yiyeceklerin kokusunu, tadını duyarız; Balıkçı da sesleri anlatıyor: “Tangır tungur şıkırdayan zincirler”, “Dalgalar…..fiş…ş,,,şş,, siyuv ederek…..yayılıyordu.”, “Deniz burguçlanıyor; blu, blu, blu diye kaynıyor.”; renkleri bile sesle anlatıyor: “Maviler şırrak şırrak göz açıyordu, kahverengiler cızzz…z diye.” Bu sesler artık hiç duyulmuyor. Son bir not: Kitaptaki resimleri de Balıkçı yapmış ve kitap “yeni yazarlar” serisinden basılmış.

Nazım Hikmet’le bitirelim:

     Memleketim, memleketim ne kadar geniş

     Erzurum yaylasını yalnız türkülerden tanıyorum

     ve güneye

     Pamuk işleyenlere gitmek için

     Toroslardan bir kere olsun geçmedim diye

     Utanıyorum.