Bugüne kadar birkaç kez ‘tarihi doğru okumak’tan söz etmiştim.
Yazılan kimi konuların güncelleşmesi epey zaman alır. Kimi zaman ise bu güncelleşme, beklenenden çok daha kısa bir sürede gerçekleşir.
Taksim’deki Gezi Parkı’nda, birkaç gün içerisinde bir tarih yazılmıştı.
Daha doğrusu, eğer istersek, aklımızı hep birlikte başımıza toplarsak, tarihe dönüştürebileceğimiz olaylar yaşandı.
Evet, konumuz gereği yine bir kavram sorusu ile, yanıtını doğru vermez isek eğer, sorun olabilecek bir soru ile karşı karşıyayız: Neydi bundan üç yıl önce birkaç gün boyunca önce Taksim’deki Gezi Parkı’nda, hemen ardından da ülkenin neredeyse her yanında yaşananlar? Aslında öylesine beklenmedik, öylesine kapsamlı ve bu yüzden de öylesine görkemli bir ‘özgürlük ayaklanması’ yaşandı ki, insanın içinden bunu hemen ‘tarih’ diye adlandırmak geliyor.
“…tarih yazıldı!”
Hep böyle denmez mi bu tür olayların ardından?
Denir. Ama işin zorluğu da zaten burada. Yani haklı, hem de sapına kadar haklı bir duygusallığın etkisiyle belli bir zaman parçası içersinde olup bitenleri ‘tarih yazmak’ diye nitelendirmekte acele etmek. Çünkü yaşananlar, hiçbir zaman kendiliğinden tarihe dönüşmez. Yaşananlar’ın kendiliğinden varabileceği tek nokta, geçmiş olmaktır, ve geçmiş, tarih ile eşanlamlı değildir.
Geçmiş ile tarih arasında çok büyük bir ayrım vardır, ve bu ayrıma dikkat edilmeyip geçmiş tarih diye okunduğunda, çok yanlış noktalara varılabilir. Bu ayrım, kendini ‘irade’ bağlamında açığa vurur. Geçmiş, irademizden tümüyle bağımsız oluşmuş bir olaylar dağarcığının adıdır. Örneğin Gezi Parkı bağlamında yaşanmış her şey, şimdi’ye oranla geçmiş’in parçalarıdır ve Gezi Parkı’nın olası tarihinin hammaddesidir.
Çünkü tarih, ancak biz istersek olur.
Dolayısıyla, tarih, iradi bir eylemdir.
Çünkü tarih, kendisiyle hesaplaşılmış geçmişin adıdır. Bu hesaplaşma, geçmiş diye adlandırdığımız dağarcığın içinden seçilen olaylar arasında neden-sonuç bağlantıları kurularak somutlaşır. Böyle bir hesaplaşmaya gitmeksizin bir geçmişin bütününü tarih diye adlandırmak, her veriyi bilgi saymak kadar büyük bir yanlıştır. Bilgi, seçilen verilerin zihinsel süreçlerden geçirilip kendimize mal edilmesi süreci sonunda edindiğimiz şeydir ve bilme’nin konusunu ancak bu şekilde dönüştürülmüş veriler oluşturabilir.
Geçmiş ile tarih arasındaki ilişki de bundan farksızdır.
Gezi Parkı’nda olanlar, henüz tarih değil.
Ama Gezi Parkı, artık tarihinin mutlaka yazılması gereken önemde bir olgu, ve bu olgunun tarihi onu oluşturan olaylardan seçilecekler arasında neden-sonuç bağlantıları kurularak yazılacak.
Böyle yazılmalı ki, dünden Gezi Parkı’na, Gezi Parkı’ndan da düne uzanan bütün yollar aydınlansın.
Böyle yazılmalı ki, bugünden yarına uzanacak yollar doğru tasarımlanabilsin.
Böylece, aslında ikili bir seçme eylemini gerçekleştirmek zorunda olduğumuz sanırım kendiliğinden belirginleşiyor. Önce, bir olaylar dağarcığının içinden doğru olayları seçip aralarında, bugüne uzanan bir köprü niteliğinde olmak üzere, neden-sonuç bağlantıları kuracağız, ardından da böylece ortaya çıkan doğru tarihi, gereken eleştirelliği elden bırakmaksızın, doğru okumayı başaracağız.
Epey çetin, ama bu çetinliğinden ötürü asla bizi yıldırmaması gereken bir yol var önümüzde. Geride bıraktığımız yüzyılın en önemli düşünürlerinden Theodor W. Adorno, hiç unutulmaması gereken şu saptamayı yapmıştı : “Özgürlük de öğrenilmesi gereken bir şeydir!”
Doğru tarih yazabilmek ve doğru yazılmış tarihleri de çarpıtmadan okumasını öğrenebilmek, sanırım Adorno’nun sözünü ettiği özgürlük eğitiminin en değerli araçları arasındadır. Çünkü özgürlük uğruna verilen savaşımların gelinen her aşamasında bir öncesiyle doğru hesaplaşabilmek, sonraki aşamalar için atılacak adımların doğruluğunun olmazsa olmaz koşuludur. Somut hedeflere varabilmek için yeterince somut düşünebilmek, başka deyişle koşullar, yer ve zaman bağlamında somut ve gerçekçi çıkış yolları oluşturabilmek, Marksist diyalektiğin de öteki adıdır.
Bu ülkedeki iktidar, ayaklanan yüzbinleri kendi çektiği fotoğrafta ‘çapulcular’ olarak görmekle, kendi kendisini son derece çıplak bir biçimde deşifre etmiştir. Çünkü o fotoğrafta ‘toplum’ diye bir olgunun yeri yoktur. Bugünkü iktidarın gözünde sadece kendi cemaati herhangi bir hakka sahiptir. O cemaatten olanların, başta ne zaman konuşacakları, ne zaman susacakları olmak üzere, bütün bir hayat tarzının tekseçicisi ve tekbelirleyicisi, cemaatin başında olan kişidir.
Gezi Parkı’nın doğru tarihi, 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ‘cumhuriyet’ olma niteliğini, o cumhuriyetin sınırları içerisinde yaşayanların da– inançları, etnik kökenleri, hayat tarzları ne olursa olsun - bir toplumun bireyleri olma kimliklerini tartışmasız dile getiren ve vurgulayan bir tarih olmalıdır. Gezi Parkı’na koparılan ağaçların yerine dikilecek yeni fidanların birer özgürlük ağacı olarak kök salmaları ancak bu koşulla gerçekleşebilir.
Bu satırların yazarı, önceki zamanlara ait pek çok olay gibi, Gezi Parkı’nın da bir süre sonra “yılda bir anılanlar” listesinde yer alacak bir ‘tarihe’ dönüşmesini istemiyor!
İstemiyor, ama çok iyi biliyor ki, Gezi Parkı’nı oluşturan bilinç yeterince canlı tutulamadığı sürece o olaydan ders alanların değil, fakat olayı kendi amaçları doğrultusunda kaşıyanların sayısı giderek çoğalacaktır.