Evet, öğretmenler eğitimin en önemli öğesidir ve böyle baktığımızda her öğretmen bir eğitim emekçisidir diyebiliriz. Ancak yine de bir şeyler eksik kalır çünkü eğitimin öğretmenlikten öte başka boyutlarının da olduğu çok açık: eğitim yöneticiliği, eğitim denetçiliği, eğitim konusunda akademik çalışma yapma, öğretmen yetiştirme, öğretmen örgütleme, eğitim alanında kitaplar yazma vs. gibi.
Böyle düşünüldüğünde gerçek eğitim emekçisi olarak Niyazi Altunya’nın nitelendirilmesi yanlış olmaz sanırım. Şöyle anlatayım, öğretmen lisesini bitirdikten sonra tek tercih olarak Hakkari’yi seçip, buranın bir dağ köyünde öğretmenlik yaşamına başlamış. Sonra, o zamanki adıyla Gazi Eğitim Enstitüsü’nde eğitim bilimleri okumuş, bununla da yetinmeyip yüksek lisans ve doktora yapmış. Çeşitli eğitim kurumlarında rehber öğretmenlik ve yöneticiliğin yanı sıra ilköğretim müfettişliği görevinde de bulunmuş, değişik fakültelerde dersler vermiş, öğretmen yetiştirmiş. 12 Eylül sonrası ilk kurulan öğretmen sendikasının kurucu genel başkanlığını yapmış ve tüm bunların arasına otuzun üzerinde eğitimle ilgili kitap yazmayı da sıkıştırmış. Yazdığı makalelerin ve yaptığı sunumların sayısını kendisi bile tam olarak söyleyebilir mi, emin değilim.
Türkiye’de Eğitimin Son 100 Yılı Altunya’nın hem eğitim konusunda tüm görüşlerini açıklamasına olanak veren, hem de bir araştırmacı olarak titizliğini ve belgelere bağlılığını ortaya koyan bir kitap. Kendisinin de söylediği gibi bu yaklaşım kimi zaman “okumayı sıkıcı hale getirse” de (s.275); gereğinde ayrıntılara dönüp bakılabilecek önemli bir kaynak kitap olmuş.
Yüzyılın başlangıcı gerçekten çok etkileyici: 15-22 Temmuz 1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi Türkiye’de eğitimin nasıl olması gerektiğini tartışır. Tarihe dikkat edin; Temmuz 1921. Yani henüz Sakarya Savaşı yapılmamış, savaş Ankara’ya çok yaklaşmış ve top sesleri arasında Eğitim Kongresi yapılıyor. Zaten, 22 Temmuz’da da toplantının bitirilme nedeni, güvenliğin iyice tehlikeye girmesi, hatta başkentin Kayseri’ye taşınmasının gündemde olması. İnsanın aklına ‘böyle bir zamanda eğitim toplantısı yapmanın sırası mıydı’ sorusu doğal olarak geliyor ama Mustafa Kemal ve arkadaşları, savaşı kazanıp bağımsızlığı ilan etseler de Osmanlı’yı yıkıp cumhuriyeti kursalar da kendi ideolojilerini yaygınlaştıracak bir sistemi kuramadıkları sürece asla gerçek anlamıyla iktidar olamayacaklarının bilincindeydi. Bu açıdan bakıldığında Maarif Kongresi, sıcak savaşı kazanmak kadar önemliydi.
Bu kongrenin diğer dikkate değer bir yönü de Mustafa Kemal’in toplantı salonuna girdiğinde kadın ve erkek öğretmenlerin ayrı ayrı oturduğunu görüp hemen müdahale edip ‘karma’ bir oturma düzenine geçilmesidir.
Altunya, Türkiye’de Eğitimin Son 100 Yılı’nda 1935-1946 yılları arasını “atılım yılları” olarak tanımlıyor. Katılmamak elde değil çünkü sıkça ele aldığım köy enstitüleri deneyimi de, kültürel anlamda Cumhuriyet döneminin en önemli girişimlerinden biri olan edebiyat klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi de bu yıllara denk gelir. Altunya’nın “Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bakış” kitabına daha önce değinmiştim.(1) Bunun bir bölümü kitapçık olarak Köy Enstitüsü Sisteminin Düşünsel Temelleri adıyla basılmıştı. Burada Altunya’nın Türkiye’ye gelen ABD’li uzman Dewey hakkında şu saptaması önemli: “Ancak Dewey, köyde eğitim konusunda daha önce Türkiyeli eğitimcilerin söylediklerinden daha fazla bir şey söylemedi”. Benzer biçimde üniversite reformu için getirtilen İsviçreli Malche de özgün fikirler öne sürememişti. Bunların hepsi; yani 1921 Kongresi, Dewey ve Malche’nin davet edilmesi, bana Cumhuriyeti kuran kadroların kafalarında ne yapacaklarının çok net olduğunu gösteriyor; yabancı uzmanlardan elbette yararlanmak istemişlerdi ama bu uzmanların hazırladıkları raporlar, daha çok amaçları için teorik zemin oluşturmaya yaramıştı diye düşünüyorum. Yine 1935-1946 döneminde klasiklerin basılması işi de daha 1920’deki ilk hükümetin programında “Doğu ve Batı klasikleri tercüme ettirilip halkın hizmetine sunulacaktır” şeklinde yer alıyordu. Bu bile daha savaş sırasında planlanmıştı.
Biliyorsunuz Türkiye egemen gücü içerisinde Emre Kongar’ın tanımladığı gibi, ‘devletçi/seçkinci’ ve ‘gelenekçi/liberal’ diye adlandırılabilecek iki kesim vardır. Bunlara aynı sınıfın iki farklı kanadı veya aynı sınıf içerisinde iki farklı yaklaşım denilebilir. İşte bu iki farklı yaklaşımın en önemli ayrım noktalarından bir tanesi de laiklik konusunda alınan tavırdır. Türkiye’de Eğitimin Son 100 Yılı istenirse bu akımların ağırlıklarını izleyebilmek için de okunabilir çünkü laiklik, eğitimin de en önemli çatışma konularından biri olmuştur Cumhuriyet tarihi boyunca.
Diğer eğitim tarihi kitaplarından farklı olarak Türkiye’de Eğitimin Son 100 Yılı’nda öğretmen örgütlenmesine önemli bir yer ayrılmış. TÖS-TÖBDER-Eğitim İş(2) dizgesi (Eğitim Sen’i henüz tarih olmadığı için bilerek dışarıda tuttum) içerisinde öne çıkan genel başkanlar Fakir Baykurt ve Gültekin Gazioğlu ile birlikte Eğitim İş’in beş yıl genel başkanlığını yapan Niyazi Altunya’nın da ismi anılmalıdır. Bu açıdan anlattıkları çok önemlidir. Konuyu görüşlerini ayrıntılı bir biçimde aktardığı Öğretmenlerin Sendikası Nasıl Olmalı/Neler Yapmalı? kitapçığı ile birlikte ele almakta yarar var:
Bu kitapçıkta Altunya, görüşlerini en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. Öyle ki talepler kısmında Bakanlıkta “müsteşar yardımcıları sayısı üçe indirilmeli” bile deniliyor. Örgütlenme konusunda her görüşüne katılmasam da konfederasyonların sendikaların bağımsızlığına zarar verdiği konusunu önemsemek gerekiyor; gerçekten de Türkiye’de konfederasyonların sendika gibi davranıp, sendikaları da ‘şube’ düzeyine indirgemelerinin verdiği zararı görmemek olası değil. Eylemler konusunda da Almanya Öğretmenler Sendikası’nın (GEW) iş bırakma kararını üyelerinin yüzde 75’inin katılımı, eylemden vazgeçme kararının ise yüzde 25 katılım ile alma zorunluluğu bana ilginç geldi. Bir miktar pasifizm içerse de ‘üyeleri koruma’ bağlamında tümüyle reddedilmeden tartışılmalı derim.
Katılmadığım bir görüşü de hem Türkiye’de Eğitimin Son 100 Yılı’nda hem de Öğretmenlerin Sendikası Nasıl Olmalı/Neler Yapmalı? da yinelediği “öğretmenlerin daha çok okuyan ve daha kültürlü kişiler olmaları” nedeniyle örgütlenmeye daha yatkın oldukları düşüncesi. Bu konuda karşılaştırmalı bir çalışma var mıdır bilmiyorum ama benim çevremden edindiğim izlenimim öğretmenlerin aynı düzeyde eğitim görmüş diğer kişilere oranla daha az okudukları veya en azından, bir avantaj oluşturacak şekilde daha kültürlü olmadıkları. Bence sınıfsal kökenleri, daha kalabalık bir toplamı oluşturmaları ve bağıl olarak daha düşük ücret almaları, daha kolay örgütlenmeleri konusunda anahtar noktalar olsa gerek.
Bu arada, 12 Eylül sonrası yasal sorunları aşabilmek için Eğitim İş’in başlangıçta ‘şirket’ olarak kurulduğunu öğrendim; bana ilginç ve zekice geldi. Yine önemli bir bilgi, 1969 Büyük Öğretmen Boykotu’nu örgütleyen TÖS’ün 55.000 üyesine karşın, boykota katılan öğretmen sayısının 109.000 olması. İmrenmemek olası değil.
Niyazi Altunya’nın son kitabı Türkiye'de Beden Eğitiminin Öncü Kızları üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Bildiğim kadarıyla bu konudaki tek kitap olmasının ötesinde, kendisinin de vurguladığı gibi “Ülkemizde kadın beden eğitimi öğretmenlerinin, kadınların özgürleşmesinde özel bir yeri olduğu açıktır”. Böyle bakıldığında, eğitim tarihinin de ötesine geçen bir kitap. Bırakın kadınların beden eğitimi öğretmeni olmasını, karma eğitimin, hatta kadınların eğitim almasının yadırgandığı, kadınlara ders verecek kişi zorunlu olarak erkek olacaksa “yaşlı ve çirkin” olmasına bakıldığı bir yapıdan gelen toplumda, İsveç’te eğitim alarak ülkenin ilk kadın beden eğitimi öğretmenleri olan Mübeccel Argun ve Zehra Alagöz’ü saygıyla anmak gerekiyor. Alagöz’ün “Spor kıyafeti ile hareket yapan kızlara çevreden tepki olmuyor muydu?” sorusuna “Olmadı, olamazdı; Atatürk yaşıyordu ve ondan destek görüyorduk” demesi siyasi iktidarın tutumunun önemini açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki 1926-1930 yılları arasında beden eğitimi kurslarına katılan kızlar Beyoğlu’nda şortlu gezebiliyorlarmış. (3) Kitapta 600’ün üzerinde fotoğraf var. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki görünümle, ANAP’lı bakan Vehbi Dinçerler’in 1984 yılında 19 Mayıs gösterilerine ‘kızların ancak şalvar giyerek çıkabilecekleri’ şeklindeki genelgesinden sonraki görünümü karşılaştırmak, nereden nereye geldiğimiz konusunda çarpıcı olacaktır. Bence görüntüler arasındaki farklılığı yine yukarıda bahsettiğim, egemen gücün ideolojik değişimi olarak okumakta yarar var.
Kitapta ilgimi çeken bir nokta ise, bu coğrafyada çağdaş beden eğitiminin kurucusu olan, mollalara bile spor yaptırabilmek için mücadele vermiş olan, İsveç’te eğitim görmüş, kızlara beden eğitimi öğreniminin yolunu açan Selim Sırrı Tarcan’ın Milli Eğitim Komisyonu’nda karma eğitime karşı görüş bildirmesi oldu. Neyse ki, komisyonda Cevat Dursunoğlu bulunuyormuş da karma eğitim kararı kesinleşmiş.
İncelemeleri ve ders kitaplarının yanında değişik bir denemesi olan Başöğretmenden Öğretmenlere: Ben Size Demiştim ki!.. de var. Kitapçık farklı bir yaklaşımla kaleme alınmış; tüm anlatımlar Atatürk’ün dilinden verilmiş, sanki Atatürk öğretmenlere sesleniyormuş gibi. Gerçekten değişik bir deneme olmuş ama bana kalırsa ciddi sorunlar da içeriyor. Örneğin, “Neyse ki Atatürk’ün öncü görüşleri, nitel sorunu çözmede rehberlik ediyordu” (s.10). Atatürk kendi ağzından böyle bir şey demez, en azından “benim görüşlerim” derdi. Veya “Yazık ki MEB bürokrasisinin aklına pek yatmayan bu okullar, onun (Mustafa Necati) zamansız ölümünden sonra kapatıldı (1932,1933)” (s.18). Atatürk henüz yaşıyor ve karizmasının dorukta olduğu yıllar. Sanırım en son yapacağı iş bürokrasiyi suçlamak olurdu. Veya “birçok ihbara karşın, yurtdışında iyi yetişmiş genç doçentler Muzaffer Şerif Başoğlu, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi gerçek bilim insanları Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne benim bilgim dahilinde atanmışlardır” (s.52). Bildiğim kadarıyla Boratav dışındakiler Mustafa Kemal’in ölümünden sonra DTCF’ye atandılar. Diyelim sağlığında onay verdi. Bu da çok önemli bir bilgi ve ayrı bir makale ile kamuoyuyla paylaşılması gerekir. Evet, Başöğretmenden Öğretmenlere: Ben Size Demiştim ki!.. zor bir deneme ama denenmese de olabilirmiş gibi geliyor bana.
Elbette siz de Altunya’nın bütün görüşlerine katılmayabilirsiniz ama yazının başında söylediğim gibi, öğretmenliğinin dışında, ders kitapları yazması, eğitim yöneticiliği, eğitim denetçiliği, öğretmen yetiştirmesi, öğretmen örgütlemesi, yüksek lisans ve doktora yapması, eğitim alanında kitaplar yazması gibi uğraşları göz önüne alındığında kimse Niyazi Altunya’yı gerçek eğitim emekçisi olarak nitelendirmeme karşı çıkmayacaktır. Zaten 2020 Mustafa Necati Öğretmenlik Onur Ödülü’nün kendisine verilmesi de sadece benim böyle düşünmediğimi gösteriyor.
(1)https://ilerihaber.org/yazar/koy-enstituleri-modeli-124531.html
(2)Burada tekrar kurulan ‘yeni’ Eğitim İş’i değil, 1990 yılında kurulan ve 1995’te Eğit-Sen ile birlikte kendilerini feshederek Eğitim-Sen’i kuran, ‘eski’ Eğitim İş’i kastediyorum.
(3)Gümüşoğlu F. Cumhuriyette İz Bırakanlar: 10. Yıl Kuşağı, Kaynak Yay., 2001.
KÜNYELER
-Türkiye’de Eğitimin Son 100 Yılı. Eğitim İş Yay., 2020. Satılmıyor, sendikadan bulunabilir.
-Köy Enstitüsü Sisteminin Düşünsel Temelleri. Düzgün Yay., 3. Baskı 2002. Sahaflarda 10-20 TL.
-Öğretmenlerin Sendikası Nasıl Olmalı/Neler Yapmalı? Düzgün Yay., 2000. Sahaflarda 15-65 TL.
-Türkiye'de Beden Eğitiminin Öncü Kızları. Cumhuriyet Yay., 2021. Etiket fiyatı 60 TL.
-Başöğretmenden Öğretmenlere: Ben Size Demiştim ki!...Eğitim İş Yay., 2018. Satılmıyor, sendikadan bulunabilir.