Her gazeteci kitap yazmalı mı veya daha doğrusu her gazeteci yazar mıdır sorusunu düşünürken aklıma yıllar önce sorduğum, her öğretim üyesi aydın mıdır sorusu geldi. Şöyle yanıtlamıştım: Olumlu yanıt vermek çok güç, çünkü çevremize baktığımızda bunun böyle olmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Aydın olmanın ölçütünün akıl yürütme, değerlerine sahip çıkma, buna uygun tavır alma ve doğacak sorumluluğu taşımak olduğu düşünülürse, bunun tam olarak bilimsel bilgi üretim süreciyle örtüştüğü söylenebilir. Gerçekten de bilimsel sürecin, hipotez oluşturma, bunu kanıtlama, yayınlama ve sonuçlarını savunmadan oluştuğu hatırlandığında, aydın olma süreciyle birebir örtüştüğü açıkça ortaya çıkacaktır1. Kısacası, bir öğretim üyesinin aydın olabilmesi için gerekli koşullar fazlasıyla vardır ama kullanıp kullanmaması kendisine kalmıştır.
Gazeteciler için de aynı yaklaşımın doğru olduğu kanısındayım; evet onların yazar olabilme olanakları toplumun diğer kesimlerine göre daha fazladır ama bu hepsinin yazar olacağı anlamına gelmez, çünkü süreç, olanakları nasıl kullanacaklarına bağlıdır. Ben bu olanakları teknik ve birikim olarak ikiye ayırıyorum.
Teknik derken kastım, her gazetecinin haber yazmış olduğu kabulüme dayanıyor. Haber yazmak gerçekten eğitim gerektirir; sözü uzatmadan ama ayrıntıları da atlamadan, kolay anlaşılabilir ama basit de olmayan, ilgiyi üzerine toplayan ama bunu yaparken etik değerlerden uzaklaşmayan; yani uydurmadan ve kişilik haklarına dokunmadan bir haber yazabilmek sanıldığı kadar kolay değildir. İşte bunu başaran bir gazeteci zaten derdini yazarak düzgün anlatabiliyor demektir, bu da yazar olabilmek için ilk aşamayı geçtiği anlamına gelir. Yayıncılıkla uğraşan bir arkadaşım, solcuların daha anlaşılır yazılar yazdıklarını çünkü zaten hepsinin geçmişte en azından bir basın açıklaması yazmış olduğunu söylemişti; o hesap.
Birikimden kastım ise, o an için yazılanlardan daha fazla bilgiye sahip olmaları. Her şey yazılamayabilir, bunun için illa siyasi baskı olması da gerekmiyor, kimi zaman etik nedenlerle de bazı bilgiler o an için kullanılmayabilir ama bunlar ileride yazabilecekleri için bir birikimdir. Bir diğer avantajları da gazetecilerin arşiv olanaklarının yine diğer insanlara göre fazla olmasıdır.
Şimdi sözü çok uzatmadan bunları örneklemeye çalışayım:
İsmail Küçükkaya tanınırlığı yüksek bir gazeteci. Akşam gazetesinin eski genel yayın yönetmeni ve şimdilerde de televizyonda sabah haberleri sunuyor. 2016 yılında yayınladığı Korkma adlı kitabını alırken, doğrusu basın dünyasının perde arkası ile ilgili bir şeyler okuyacağımı düşünüyordum, olmadı; ağırlıklı olarak genel siyasi ortam ile ilgili düşüncelerini aktarmış. Kitabın önsözünde Emrah Akkurt ve Gülümsün Özkök’ün, Küçükkaya ile gerçekleştirdiği bir dizi uzun söyleşiden oluştuğu söylense de ne kapakta ne de kitabın içinde bunu gösteren bir iz yok! Bunu şundan yazıyorum, TV’de daha akıcı konuşan Küçükkaya, aynısını kitapta gösteremiyor; belki yazanlardan, belki de iyi bir editöre olan gereksinimden, bilemiyorum.
-Korkma. İsmail Küçükkaya, Ka Kitap, 2. Baskı, 2016. Baskısı yok, sahaflarda 1.5-20 TL arası.
İçeriğine de katılmıyorum kitabın ama düşünsel plandaki çelişkiler beni doğrusu, rahatsız etti. Örneğin, bir yandan cumhuriyetin kurucu değerlerine dönmekten söz edilirken, diğer yandan bazı ilkelerin, örneğin devletçiliğin, değiştirilmesi gerektiğini söylemesi veya Türkiye’nin temel direği laiklik derken, laikliği cumhuriyetçi kadroların ifade ettiği biçimde din ve dünya işlerinin ayrılması olarak değil de din ve devlet işlerinin ayrılması gibi ele alması gibi. Veya Recep Erdoğan’ın başlattığı olumlu girişimlerin olduğunu, hatta ilk yılardaki uygulamalarıyla Nobel Barış Ödülü bile alabileceğini söylemesi gibi.
Eğer Küçükkaya’nın görüşlerini merak ediyorsanız, ki kitabı okuyanların kendisini tanıdığını düşünüyorum, okunabilir ama yukarıda bahsettiğim gazetecilik avantajları (farklı bilgi veya arşiv) kullanılmamış.
Yılmaz Özdil Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda kitabında 2002-2013 yılları arası Türkiye’sini, kendine özgü üslubuyla neredeyse gün be gün anlatıyor. Anlatmaya çalıştığım arşiv avantajının çok iyi bir örneği olduğunu söyleyebilirim. Böyle söyleyince kuru, tekdüze bir kitap olduğunu düşünmeyin. Dediğim gibi özgün, iyi bir anlatımı var Özdil’in ve seçtiği olaylar da öyle ki, aymazlığı, dinci gericiliğin adım adım nasıl yerleştiğini görüyorsunuz kitabı okurken.
-Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda. Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yay., 2017. Etiket fiyatı 26 TL.
Hani bir söz var, “bu ülkede yaşamasak her şey çok eğlenceli ama içinde olunca trajedi, acı, hüzün oluyor” gibisinden; işte Özdil’in kitabı bu sözün doğruluğunun yüzlerce kanıtıyla dolu, güleriz ağlanacak halimize misali: ABD’nin burnumuzun dibindeki Irak’ı işgal etmesine ses çıkartmayan Genel Kurmay Başkanı Özkök’ün, “Pascal Nouma gönderilmeseydi Beşiktaş kulübü üyeliğimi askıya alacaktım” duyarlılığını göstermesi; Maliye Bakanı Unakıtan’ın oğlunun gümrüksüz ithalatın yürürlükte kaldığı iki gün içerisinde Türkiye’nin bir yıllık gereksinimi kadar mısır ithal etmesi, sonra yüksek gümrük vergileri konması ve Unakıtan’ın “oğlumun tavukları var, onlara yem almış” demesi; Dünya ekonomi tarihinde üreterek değil de satarak kalkınabileceğini düşünen ilk ülke olmamız; Diyarbakır’da otobüs kazasında ölen çocuğun babasının açtığı tazminat davasını, mahkemenin “yaşasaydı işsiz olacak ve size yükü artacaktı” diyerek reddetmesi! Bunlar ilk aklıma gelenler, dediğim gibi daha yüzlerce örnek var kitapta.
Orhan Tüleylioğlu aktif gazetecilik yapıyor mu, doğrusu bilmiyorum. Ama alanında Türkiye’nin en önemli vakfı olan Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın yöneticilerinden olduğunu bildiğimden duraksamadan, Neden Öldürüldüler başlığı altındaki dört ciltlik yapıtını bu yazıya aldım. Tüleylioğlu kitaplarında kırk kadar aydının katledilmesini ele alıyor ve bence en önemlisi, unutulmamasını sağlıyor. Evet, herkesin bu cinayetlerden anımsadıkları vardır ama yıllar içerisinde hem ayrıntılar unutuluyor hem de o gün hiçbir şey ifade etmeyen isimler sonradan önemli hale gelebiliyor. Örneğin, Üsteğmen Fehmi Altınbilek’ten aldığı silahla Necdet Güçlü’yü öldüren İbrahim Doğan’ın daha sonra TBMM’de doktorluk yapması veya aynı olayda silahlı saldırgan grup içerisindeki Osman Durmuş’un daha sonra Sağlık Bakanı olması gibi.
Neden Öldürüldüler sorusunun yanıtını Tüleylioğlu şöyle veriyor: “Türkiye’deki demokrat ve devrimci devinimin önlenmesi sömürgeci dünya sistemi için yaşamsal önem taşıyordu. Bunun için faşist bir örgütlenme kurgulandı ve silahlandırıldı ve bunlar binlerce yurttaşımızı, aydınımızı ve öğretim üyelerimizi pusular kurarak öldürdü”. Daha sonra bu ırkçı faşistlerin yerini dinci faşistler alacak ve Turan Dursun’lar, Uğur Mumcu’lar katledilecek ama süreç hep aynı kalacaktı: hiçbirinin katili yakalanmayacak, yakalansa da ceza verilmeyecek, polis saldırganları engellemeyecekti. “Dinsizlikle özgürlüğü eşit sayıyorum” diyen bir Turan Dursun veya ABD elçisini beş ay sonra ülkesine döndürebilen bir toplumsal hareketlilik, tüm egemenler açısından sıkıntılıydı, öldürüldüler. Veya “bir Abdi İpekçi, bir Muammer Aksoy öldürülürse beni haydi haydi öldürürler” korkusunun yaygınlaşması toplumsal uyanışı sindirirdi, öldürüldüler.
Bence unutmamak gerek; sadece katledilenleri değil, olayda parmağı olan diğer kişileri, üstünü örtenleri, ellerinde olanak olmasına karşın üstüne gitmeyenleri….Neden Öldürüldüler iyi bir arşiv, iyi bir bellek çalışması, edinilmesinde yarar var. Ama dikkat, arka arkaya bu kadar çok ölümü okumak iyi değil, insan kendisini kötü hissediyor. Üstelik öldürülenler bu toprakların en birikimli kişilerinden olunca; üstelik tümünün katilleri resmen korunurken….Alıp hemen okuyup bitirmemek gerek.
-Neden Öldürüldüler? Orhan Tüleylioğlu, um:ag Yay. 4 cilt, yeni baskılarında ilk üç cildin etiket fiyatı 35’er, 4. cilt 25 TL.
Farklı bilgi ya da perde arkası ile ilgili verebileceğim örnek, Fehmi Koru’nun Ben Böyle Gördüm adlı kitabı. Fetullah Gülen’le AKP arasındaki ilişkilerin ve pazarlıkların anlatıldığı kitapta tahmin edilemeyecek bir şey yok aslında ama bunları somut örnek olarak okumak daha farklı oluyor, üstelik bunları örgütle hükümet arasında bir tür kuryelik, ulaklık yapmış birisi anlatırsa. Aslına bakılırsa Koru’nun ve/veya çevresindekilerin (bürokratlar ve AKP ileri gelenleri) yaptıkları, yargılanmaları için yeter, elbette bunlar şu sıralarda yargılananların, hüküm giyenlerin veya KHK ile yargılanmadan infaz edilenlerin yaptıklarıyla kıyaslandığında.
Bu tip kitapların başka yararları da var, çok değişik bakış açılarıyla karşılaşıyorsunuz. Örneğin, şu satırları okuyunca resmen dumura uğradım: “Her askeri müdahaleden sonra dindar kesimden insanların cezaevlerinin yolunu tutması bir tesadüf olabilir mi?” Sanırım aynı ülkede yaşamıyoruz. Benim bildiğim dinciler sadece askeri müdahalelerden sonra değil, her dönemde kollanmış ve iktidarın nimetlerinden yararlanmıştır. Kitabın adını anımsayın: Ben Böyle Gördüm, “Böyle Oldu” veya “Perde Arkası” gibi netlik yok, yazar öznelliğini peşin peşin söylemiş zaten.
-Ben Böyle Gördüm. Fehmi Koru, Alfa Yay., 2016. Etiket fiyatı 25 TL.
Bu tür kitapların bir diğer güzel tarafı da bazen anlatılanlar içinde yer alan ama kitabın bütünlüğünde çok da önemi olmayan bir ayrıntı sizin deneyimlerinizle, yaşadıklarınızla birleştiğinde bir anlam ifade edebiliyor. Şimdiye kadar dedemle veya arkadaşlarımla ilgili bilmediğim ayrıntılara başka kitaplardan ulaşmıştım. Koru’nun kitabında da böyle oldu. Bilmeyenler için önce kısa bir anımsatma yapayım: KHK ile atılmadan önce Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (DEÜ) çalışıyordum. Bizlerin atılmasını sağlayan rektör de (Adnan Kasman) FETÖ bağlantıları nedeniyle atıldı. Önce pek çok kişi şaşırdı çünkü aynı ekip 2000-2008 yılları arasında DEÜ’ni yönetmişti. Bu ekibin dinci gericilikle bağlantıları konusunda ciddi şüphelerimiz, ipuçlarımız olmasına karşın kesin bir yargıya varamıyorduk. Kitapta bu ekibin 2008 yılında rektörlüğü bırakmamak, kendi adaylarını (Sedef Gidener, o da FETÖ bağlantısından atıldı) rektör yapmak için uğraşları anlatılıyor ve cemaatin bu iş için yaptıklarının boyutlarını görebiliyoruz. Bu konuyu yakın gelecekte başka bir yazıda daha ayrıntılı ele alacağımı söyleyerek, kitapta Koru’nun başka bir düşüncesinden söz etmek istiyorum: Koru, Gülen’in eğitim faaliyetlerinin 10 Nobel ödülüne değer olduğunu söylüyor. Anımsayın, Küçükkaya da Korkma’da Erdoğan’ın ilk dönem uygulamalarıyla Nobel alabileceğini söylüyordu. Anlamıyorum; ya Nobel’de bir sorun var, ya Küçükkaya ve Koru’da, ya da bende! Neyse, iyi ki herkes Nobel ödülü önerenler listesinde yer almıyor.
1Günal İ. 50 Soruda Üniversite. Bilim ve Gelecek Yay., 2013.