Galibiyetin bedeli
"Hayatında öyle veya böyle “yenilmiş” insanlar, takımlarının galibiyetiyle kendilerinin de kazandıkları duygusunu yaşamak istiyorlar."
Futbol oyununu sevmek için çok sebep var. Futbolun sosyal boyutunu sevebilirsinin, sınıfsal boyutu ilginizi çekebilir. Maçtan önce arkadaşlarınızla bir şeyler içmeyi sevebilirsiniz, oyunun teknik & taktik boyutunu sevebilirsiniz veya stadyuma gidip şarkı söylemeyi sevebilirsiniz. Bunlar, futbol oyununun topluma kattığı pozitif değerlerin bazılarıdır. Bu taraftar tiplerinden biri diğerine de üstün gelmez aslında. Futbol, hepsine yetecek bir oyundur.
Lakin futbol oyunu etrafında dönen aktivitelerin hepsi, futbolu takip eden insanları mutlu eden, heyecanlandıran, hayatlarındaki bir eksikliği tamamlayan veya onlara ilham veren özellikler taşımıyor olabilir. Ben bugün futbol etrafında oluşan en yıkıcı değeri konuşmak istiyorum; galibiyet.
Sadece futbol değil, elbette bütün spor dalları netice itibarıyla kazanma amacıyla oynanır. Zira gelişimin neşet ettiği yer, galibiyet arzusudur. Sporcular kazanmak için çalışırlar ve sonrasında da kazanırlar veya kaybederler. Teknik direktörler için de durum esasında pek farklı değildir. Dünyanın göze en hoş gelen futbolunu oynatan teknik direktörlere mikrofon uzattığınızda verecekleri cevap üç aşağı beş yukarı, galibiyetin yanında göze hoş gelen, keyif veren, ilham veren değerler ortaya koyma arzusudur. Zaten kazanma arzusu barındırmayan takımların oynadığı oyun da, pek izlemeye değer değildir.
Sporcuların veya spor yöneticilerinin oyunla, kazanmak arasındaki ilişkisine dair uzun uzun cümleler kurulabilir ama benim itirazım oraya değil. Mesele daha çok, kazanma arzusuyla sahaya gönderilmiş takımların, o maçı stadyumdan veya ekran başından takip eden insanlara “kazanmak” dışında bazı şeyler sunmak zorunda olduklarıdır.
Bir futbol endüstrisi düşünün, kulüp sahipleri para kazanıyor, yöneticiler -futboldan elde ettikleri bilinirlikleri sayesinde ne kadar para harcarlarsa harcasınlar- kazanan taraftalar. Sponsorlar para kazanıyor, teknik direktörler para kazanıyor, futbolcular da bu işi para karşılığı yapıyorlar. Bu kadar grup kazanıyorsa, kim kaybediyor? Taraftarlar! Maça girmeye bir servet ödüyorlar, televizyondan izlemeye bir servet ödüyorlar, normal şartlarda üzerine para verseler giymecekleri, her tarafında çeşitli sponsorların reklamlarının olduğu formalara bir servet ödüyorlar. 3 liralık ürünün üzerine bir kulüp logosu bastığınızda ürünün fiyatı 13 lira olabiliyor. Taraftarlık rasyonel bir şey değildir dedikleri bu olsa gerek. İnsanlar sevdikleri için, değer verdikleri için tüm bu maliyetlere katlanıyorlar. Peki karşılığında ne alıyorlar? Neyle tatmin olmaları bekleniyor ve taraftarlık kültürü nereye gidiyor, işte mesele bu.
Futbol endüstrisinin vaad ettiği temel şey elbette ülkelere göre çeşitlilik gösterebiliyor. Örneğin bir İngiliz kulübünün taraftarı olmak ve takımının maçına gitmek, Türkiye’de bir kulübün taraftarı olmaktan daha farklı özellikler barındırıyor. Oradaki kulüpler az veya çok size değer veriyor, sizin taleplerine açık oluyorlar, taraftar olarak bir meseleye tepki gösterdiğinizde geri adım atmaktan çekinmiyorlar. Sizi elbette müşteri olarak görüyorlar ama saygı da duyuyorlar veya en azından saygı duymak zorunda kalıyorlar. Oysa Türkiye’ye geldiğimizde, futbol takımlarının biz futbolseverlere sunmaya vaad ettiği tek şey; galibiyet. Ne pahasına olursa olsun, galibiyet. Problemli tarafı da şu; taraftarlar da bu durumu kabullenmiş durumdalar. Yıllar önce bir spor blogunda yaptığımız bir ankette, desteklediğiniz takımın maç biletlerinin sizin karşılayabileceğiniz seviyenin üzerinde olmasının sorun olup olmadığını sormuştuk. Bilet fiyatı arttığında kulübün geliri de arttığı için soru orada çetrefilli hale geliyordu. Büyük bölümü, “ben maça gidemesem de olur, önemli olan kulübün daha fazla gelir elde etmesi” diyordu. Bu sonuç, kendiliğinden oluşmaz. Spor endüstrisinin neredeyse her birimiyle, üzerinde titizlikle çalışarak futbolseverleri vasat tüketici taraftara dönüştürdüğünün açık göstergesidir bu.
Yazının başında, futbolun insanların hayatlarındaki bazı alanlardaki boşlukları tamamlayabildikleri bir işlevi de olabileceğinden bahsetmiştik. Olumsuz olarak yazıyorum, galibiyet zorunluluğu da böyle bir sonuç. Hayatında öyle veya böyle “yenilmiş” insanlar, takımlarının galibiyetiyle kendilerinin de kazandıkları duygusunu yaşamak istiyorlar. Oysa futbol oyunu kazanmak için oynanabilir ama kazanmak için takip edilemez. Çünkü oyunun güzelliği, sonucundaki belirsizliktir zaten. Futbolda, bir yerde “kaybetme ihtimali” de cezbeder.
Türk takımlarının en büyük sorunu da burada başlıyor. Öyle bir kazanma baskısı altındalar ki, her hafta ölüp ölüp diriliyorlar. Takım ligin 13. sırasında, kazansa veya kaybetse ne olacak belli değil ama sanki kaybederse şampiyonluğu kaybedecek gibi baskı görüyor tribünlerinden.
Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray... Üçü de kendi standartlarında berbat sezonlar geçiriyorlar. Oyuncularından, teknik heyetlerine, kulüp başkanlarına... Hepsinin “bitse de gitsek” havasında oldukları her hallerinden belli oluyor. Taraftarlarının puan durumuna bile bakacak hali yok. Bu şartlarda bile, bir maçın son 30 dakikasında bir genç oyuncu oyuna girdiğinde homurdanmalar başlıyor. Hele bir de mağlubiyet gelirse, mağlubiyetin ağırlığını o genç oyuncunun üzerine bırakmakta kimse beis görmüyor. Bir oyuncuyu kazanmakla, maçı kazanmak arasındaki tercihlerini hiçbir tartışmaya mahal vermeden, maçı kazanmaktan yana yapabiliyorlar. Onlar için genç oyuncu, sadece eğer maçı kazandırabiliyorsa değerli. Henüz kazandıramıyor, kaybettiriyorsa tahammül edilemiyor. İşte o yüzden takımlar da tam hazır oyunculara yönelmek zorunda hissediyorlar. Bu takımlar oyuncu yetiştirme yeri değilmiş, öyle diyorlar. Bu takımlar, futbol üretme yeri ama yapabilen yok, ondan bahseden yok.
Futbol oyunundaki üç sonuçtan sadece biri takımınızın kazanmasıdır. Oysa üç sonuçta da kazanabileceğiniz bir formül de var ama bakış açınızı biraz değiştirmeniz gerekecek. Oyunun kendisinden keyif almak. Maçın sonucunda tabelada yazan skora değil, oyunun kendisine odaklanmak. İşte böyle bakabildiğinizde, takımınız kaybettiğinde dahi evinize yukarıda bahsettiğim o pozitif değerleri cebinize koyarak gidebiliyorsunuz. Bir çalım, bir şut, bir ver-kaç, bir savunma hamlesi, bir kurtarış, maçın bir anında oluşan herhangi bir duygu durumu...
Bilin ki, haftaya bir maç daha var, sonra bir maç daha... Kazanırsanız bir şey olmuyor, kaybederseniz de haftaya bir maç daha var, merak etmeyin. Takımınız şampiyon olduğunda oyuncuların aldığı şampiyonluk primini hayatınızda bir arada göremeyeceğinize bahse bile girerim. Futbol kulüpleri, yapıları gereği kazanmaya odaklıdırlar. Hiç eğlendirmeyip, heyecanlandırmayıp sadece sonuç aldıklarında kazanmaya devam ederler. Onlar her sonuçta zaten kazanıyorlar. Siz de her sonuçta kazanabilirsiniz. Günün sonunda peşine düşeceğiniz soru şu olabilir, ben hayatımdan bu 90 dakikayı ne için harcadım?