Son zamanlarda kendime sık sorduğum bir soru: İnsan geleceği kurgulamakta ve yeniden inşa etmekte bir çıkışsızlıkla karşılaştığında, kendi geçmişine ilişkin bir ‘flashback’ çıkar yol olabilir mi? Nicedir içinde yaşadığı toplumun artık toplum olmaktan çıkıp bir tür sürüye dönüşmeye başladığını duyumsadığında, hâlâ bir toplumda yaşadığı gibi acınası bir yanılsamadan kendini kurtarıp rotasını gerçeklerin eksenine çevirebilir mi? Kendisini o güne kadar ayakta tutmuş bütün toplumsal besinlerin musluklarının neredeyse artık bir daha açılmamak üzere kapandığını gördüğünde, geri dönüp daha önce, iyi zamanlarda yaşamış olduklarına: “Elimde avucumda yaşamak ya da yaşayabilmek adına ne kaldı?” gözüyle bakarak, yeni çıkış noktalarının izini sürebilir mi?
‘Flashbeck’ – evet, böylesi, tam da filmlerdeki ‘flashback’, yani ‘geriye dönüş’ veya geçmişten seçilen parçaları ‘yeniden aydınlatma’ eylemi olurdu. Ve bu eylem aracılığı ile kimileri artık çoktan geride kalmış zaman parçalarını tekrar, bir aşı gibi, bugünün hastalıklı damarlarına monte ederek, hastalıkları ve kötülükleri etkisiz kılabilmek düşünülebilirdi.
Tıpkı bugünlerde benim yapmaya çalıştığım gibi!
Yapmaya çalışmaktan da öte. Yapmak zorunda olduğum gibi.
Çünkü yapamazsam eğer, hayat denilen akışın içersinde kalmaya daha fazla dayanamayacağımı çok iyi biliyorum. Bir hayatın yetmiş beş yılını içinde yaşadığım, hep daha insanca yörüngelere oturması için nice kişisel çıkarları göz ardı ederek çaba harcadığım bu toplum, artık insana yakışır bir toplum olmaktan çıktı. Geçmiş yıllarda her şeyi tek başıma kurtarabileceğim, düzeltebileceğim gibi bir yanılsamaya kapıldığım hiç olmadı. Ama bu gerçekçilik yolunda bunca yalnız kalabileceğim, yalnız bırakılabileceğim gibi bir sonucu da asla beklememiştim. Çünkü böyle bir sonucu – gerçekleşmesi bir yana – aklımın kenarından geçirmek bile bütün yaşama gücümü yitirmeme yol açabilirdi.
Ama şimdi, tam da artık çok zayıf olduğum bir dönemeçte, o sonuçla karşı karşıyayım. Bütün gücümü umutlarımı tazeleme noktasında odaklaştırmam gerekirken, sanki attığım her kulaçla daha büyük bir umutsuzluk batağına doğru yol alıyorum. Ve böylesi bir umutsuzluk, Albert Camus’nün çok sık alıntıladığım bir denemesinde söylediği gibi, gerçekten “insanı artık insan olmaktan çıkacağı, hayatını örneğin bir köpeğin hayatından bile çok daha değersiz kılacak bir yazgıya sürükleyebilir…”
İşte tam da bu dönemece vardığım bir anda, günlerden bir gün karşıma çıkıveren bir mekân, üstelik adı Flashback olan bir mekân, içimi kaplamış olan umutsuzluk duvarını, geçmişi ve geçmişimi çok güçlü bir ışığa boğarak deliverdi. Hayatta bugüne kadar iç dünyamda hiçbir dogmaya sürekli yaşama şansı tanımadım. Ama öte yandan rastlantıların gücüne inancım da hiçbir zaman sarsılmadı. Çünkü dogmaların aksine rastlantılar, insan iradesinden kaynaklanmaz. Bu nedenle de hiçbir özgürlük duygusunu incitmez.
Bir akşam saatinde yaşadığım yer olan Moda’da adı Flashback olan bir mekâna girişim de salt rastlantı ürünüydü.
Aslında Flashback, br masalın belli bir mekân aracılığıyla somutlaştırılması gibi bir şey. Gibi değil, öyle. Hayat yolları kesişmiş olan gencecik bir çift, Hasan ile İmge, çevrelerini kuşatan, artık hepimizin tanışı olduğu, bütün insani değerlerin her gün daha bir acımasızca yıkıldığı bir ortamda, kendileri ve onlarla birlikte paylaşabilecek olanlar için birlikte bir masal yazmışlar. Bu, geçmişe bakarak yazılan, okumasını bilene de: “Neden br daha yaşanmasın?” diye sorduran br masal. Ardından da bu masalı bir mekân halinde somutlaştırıp kapılarını her şeye rağmen hep insan kalmakta kararlı olanlara açmışlar. Mekânın türünü sorarsanız, orası bir café. Ama yaratıcıları orayı türlü nesneler ve resimler aracılığıyla yaşanmış ve hep yaşanmaya değer kalmış dünyalardan oluşma bir bütüne dönüştürmüşler. Örneğin Frida Kahlo’nun otoportrelerinden derhal üzerimize dikilen, ömür boyu sakat kalmaya yargılı bir bedenle tamamen ters orantılı güçteki bakışları, sanki her defasında bir insana biçilmiş yazgıyı etkisiz kılma zaferinin yeni sancaktarlıklarını sergilemekte. Henüz yirmilerinde dünyamızdan ayrılmış olan James Dean, kendisini ölümsüz kılan filmlerden yansıyan bakışları ile sanki Akhilleus’un erken öleceğini bildikleri için ağlaşan tanrıçalara verdiği yanıtı modern çağlarda yinelemekte: “Neden yakınıyorsunuz? Bu dünyadan erken ayrılmak bir söylence olabilmenin temel koşulu değil mi?”
Sonra bir başka köşede, “Rıhtımlar Üzerinde” ve “İhtiras Tramvayı” filmlerinin ölümsüzü Marlon Brando. Erken ölmeyen, ama söylencesine ölümüne çok kala son şeklini vermeyi başarmış olan Marlon Brando. Ve nihayet, örneğin “bu kadarı yetmedi” derseniz, dünyanın en korkunç diktatörlerini bile sanatının gücüyle tarihin umarsız maskaralarına çevirmeyi başarmış olan Charlie Chaplin’in türlü yüzleri…
Bütün bunlar, Flashback’in yaratıcıları olan Hasan ile İmge’nin seksenli yılların müziği eşliğinde sundukları alternatif dünyaların yansımaları. Bu dünyalar aracılığı ile bize verdikleri büyük dersin parçaları: “Bakın, bunlar da yaşanmıştı! Ve bir kez yaşanabilmişse eğer, bir daha yaşanamaz diye bir kural da yok demektir…”
Ben, dersimi aldım ve son günlerdeki karamsarlığımı çöpe attım.
Sizleri bilemem!