Felaketin öğrettikleri
Bu kez hem konu daha açık hale geldiği, tartışılabildiği hem de daha yığınsal bir şekilde bilince çıktığı için olanaklarımız daha fazladır. Yeter ki felaketin büyüklüğü karşısında yılgınlığa kapılıp mücadeleden vazgeçmeyelim
Bir “doğal afet” olarak deprem, felakete dönüştü: 11 kentte, kasabada, köyde ağır hasar on binlerce insanı evsiz barksız bıraktı. Rastgele yapılmış, denetlenmemiş binalar insanların üstüne çöktü; resmî açıklamalara göre 50 bine yakın insanımızı yitirdik, kalanların geçmişi sıfırlandı, gelecekleri belirsizdir; yenilenme ancak yıllara yayılarak gerçekleşebilecek, yaşanan travmanın etkisi ise belki kuşaklar boyu sürecektir. Deprem felakete dönüşürken sistemin bütün açmazlarını, çözümsüzlüğünü, geleceksizliğini de gözler önüne serdi. Anlaşıldı ki, artık kendini demokrasi olarak yutturamayan rejimin arkasında duran, gözle görünen süfli gerçeğe, gittikçe vahşileşen kapitalizme hatanın, kusurun, kastın, yolsuzluğun, yeteneksizliğin, nepotizmin yanı sıra ülke koşullarında özelleşen, özgünleşen bir tarz, bir biçim, örneğin bir İslam devleti kurmak gibi hevesler de dahildir. Doğal olarak mücadele de sistemle mücadeleye dönüşüyor; kitleler tarafından benimsenen daha fazla tartışılmaya başlanan çözümler de sistemi reddeden, yerine neyin konulacağı tam şekillenememiş olsa bile radikal çözümler olarak gündeme geliyor, geçmişe göre daha fazla tartışılıyor.
Öyleyse sistem içinde sorunları çözmek mümkün mü nafile sorusuna, gerçekçi bir yanıt aramanın da tam zamanıdır.
***
Bu sorunun iki yanıtı var. Birinci yanıt, güncel, yaşadığımız önümüze çıkan sorunlara çözüm arama çabası olmaksızın sisteme, kapitalizme son verilemeyeceğini, değişimin gerçekleşmeyeceğini, sistemin zayıf halkasının sorunlara radikal çözümler üretmek olduğunu söylüyor. Artık pek taraftarı kalmayan ikinci yanıt sistem yıkılmadan çözüm aramanın bizi sisteme bağımlı kılacağını öngörüyor. Birinci yanıt bizi güncel mücadele içinde olmaya çağırır, ama kendiliğinden devrimci yapmaz. Hedef, mücadelenin her adımında çözüm önerilerinde pratikte kendini göstermelidir. Güncel sorunlara bulduğumuz çözümler, hem bütünü, yani sistemi değiştirme hedefini etkileyen, belirleyen, hem de bütünü içeren, bütün tarafından belirlenen olamıyorsa mücadelenin sisteme yenik düşmesi kaçınılmaz olur.
Kimilerinin “bütün” - “parça” ilişkisini parçanın bağımsızlığına bağlamaları, örneğin Frankfurt Okulu ya da özel olarak Adorno’nun yaklaşımı, ki kendisi Marx’tan kopamayan ama Marx’sız da olamayan ilginç bir filozoftur, bu türden bir yoruma dayanıyor. Ona göre, “parça bütünün içinde var olmak zorundadır ama bu varoluş bir tür özerkliğe sahip olan parçanın bütün içinde farklılığını koruyarak var olmayı sürdürebileceğini ve bütünü kendi seçimleri doğrultusunda değiştirebileceğini” öngörür. Kuşkusuz bu bakış açısı parça bütün ilişkisini “parçanın özerkliği” olarak kavramayı, onu “bütünün hegemonyasından kurtarmayı” ya da öyle yorumlamayı öngörür ki, bu yaklaşım parça bütün ilişkisini doğal olarak özünü yitirme, parçayı bütünden koparma, hedeften uzaklaştırma açmazıyla sonuçlanır.
Oysa bütün parça ilişkisi önceden öngörülebilir bir süreç değildir. Özetle bütün parçaların aritmetik toplamı olarak tanımlanamaz, onların bir bileşenidir; parça bütünü içerir ve bütün de parçalar üzerinde belirleyicidir.
Sistemi yok etmek isteyen onu hedef alır; bu hedefe giden yol bütün tarafından belirlenen parçaların yani sorunların çözümünü talep eder. Sorunların çözümü ancak bütün parça ilişkisinin canlı eylemi ile mümkün olur. Kazanabilmek için bütünün parçalara nüfuz etmesi onları devrimci çözümlere dönüştürmesi ve parçaların yani güncel sorunların bütünü devrimci bir çözüme doğru yönlendirmesi gerekir.
***
Konumuza geri dönelim. Doğal afet bir felakete dönüştü; Rejim işleyiş biçimi olarak rant esasına dayalı, insana değil paranın öngörülmüş bölüşümüne endeksli inşaat faaliyetine ağırlık verdiği için deprem gibi bir sonucu görmek istemedi ve başa geldiğinde de “kaderdir, hayır da şer de Allah’tandır” türünden hep işe yaramış algının durumu kurtarmaya yeteceğini düşündü. Ama öyle olmadı ve bu kez gerek felaketin büyüklüğü, gerekse hızla genişleyen dayanışma insanların bakış açısını ülke çapında değiştirdi. Muhalefet partilerinin önceki dönemlere göre hızla radikalleşen söylemleri, olayı tartışılmaz kılan bir devlet meselesi olarak görme alışkanlığını terk etmeleri, ağır baskıya karşın ayakta kalmayı başaran Emek ve Özgürlük İttifakında sosyalist solla birlikte davranan HDP’nin, Sosyalist Güç Birliği’nin, sonuçta fiilen tüm muhalefetin dayanışmada fiilen ortaklaşması ve geniş kitlelerin desteğini kazanması farklı bir sürecin başlamasının yolunu açtı.
Bu sürecin önemli bir özelliği daha önceki dönemlerde sözü bile edilmeyen kamucu çözüm yollarının daha çok konuşulur hale gelmesi, sola sosyalistlere karşı on yıllardır süren ön yargıların önemli ölçüde kırılmasıdır. İnsanlar sosyalistlerin içtenlikle davranan yaşayan dayanışmacı, felaketi yüreklerinde duyan, rol yapmayan insanlar olduğunu gördüler. En az bu gelişme kadar önem taşıyan ise sosyalistlerde komünistlerde sisteme kapitalizme son verme hedefinin gerçekleştirilmesi ile güncel hedefler için gerçekten fedakârca mücadele etmenin iç içeliğinin daha açık anlaşılır hale gelmesi oldu.
***
Bir kere daha vurgulamakta belki yarar vardır. Bu kez daha geniş çevrelerde tartışılan sisteme son verme hedefi, mücadelenin her adımında, çözüm önerilerinde, pratikte kendini göstermiyorsa, diyelim güncel mücadele, sorunlara bulduğumuz çözümler, hem bütünü, yani sistemi değiştirme hedefini etkileyen, belirleyen, hem de bütünü içeren, bütün tarafından belirlenen olamıyorsa, mücadelenin rejime ve sisteme yenik düşmesi kaçınılmaz olur.
Bu kez hem konu daha açık hale geldiği, tartışılabildiği hem de daha yığınsal bir şekilde bilince çıktığı için olanaklarımız daha fazladır. Yeter ki felaketin büyüklüğü karşısında yılgınlığa kapılıp mücadeleden vazgeçmeyelim; “Ausschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” türünden mücadele alanını daraltan ve kurutan yılgınlık çağrılarına kulak asmayalım. Çünkü bir kere o yola girilirse, gençleri polis zoruyla üniversiteden atan, statükoya teslim olan, 68’in radikal gençlerini Nazi döneminin “Fırtına Birlikleri”ne benzeten, onları “kot pantolonlu Sturmabteilung’lar” olarak adlandıran Adorno şaşkınlığının tuzağına düşüveririz.
Ama zaten öğrencilerin sevimli Teddie’si bile sonradan kendini düzeltmemiş miydi?