Artık “Ne demek edebiyatın görevi? Sen edebiyata görev mi yüklüyorsun, o bilir kendini, edebiyatın edebiyattan başka görevi yoktur” diyen kaldı mı bilmiyorum. Kaldıysa eğer bu savları dinletebileceği birilerini de bulmakta zorluk çekecektir. Çünkü savları dillendirdiği “asude bahar zamanları” çok gerilerde kaldı. Hoş geçmişte de hayat sürekli edebiyatı “hakikat” karşısında sınardı ama o bu sınavdan çok çeşitli bahanelerle -yukarıdakiler gibi mesela- kaçmanın bir yolunu bulurdu. Savaş ve yıkım dönemlerinde şair, romancı, yazar olmak hayatın “hakikat” olmadığı dönemlere de tanık olmak demektir. İnternette, televizyonlarda ne okuyorsunuz, ne görüyorsunuz da “Bu yaşanmış olabilir mi” sorusunu kendinize sormuyorsunuz. Tarihin hızlandığı, çok çeşitli toplumsal devinimlerin çakıştığı, en güçlülerin bile geçici de olsa bir “denge” durumu yaratamadığı zamanlarda yukarıdaki savları dillendiren edebiyatçıya da pek iyi gözle bakılmaz. Örneğin bugünlerde “Ben kişisel olarak bu haksızlığa karşı çıkıyorum, edebiyat bundan ayrı” diyen bir edebiyatçı görebilir misiniz? O zaman hemen “hakikat” oradan itirazını yükseltir ve der ki “Hayat karşısında edebiyatın konuşmuyorsa sen tek başına kimsin?”
Öyleyse burada tarihin hızlandığı zamanlara tanıklık etmiş iki şaire döneyim. Bu iki şairden birine hakikat gelip kendini dayatmıştır. En kutsal saydığı şeyden ona göre şiiri şiir yapan unsurdan ödün vermek zorunda kalmıştır. Evet Cahit Sıtkı, Ziya Osman Saba’ya yazdığı bir mektubunda “vezinsizliği”, hayatla hakikat arasındaki uçurumu kapatabilecekleri daha doğrusu fark ettirebilecekleri bir araç olarak gördüğünü anlatır. Abbas şiirini neden vezinsiz yazdığını açıklamaktadır: “Vezinsizliği icab ettiren diğer bir sebep de hayatla hakikat arasındaki uçurumdur. Bu uçurumun şair tarafından duyulması ve duyurmak istenmesidir.” (Ziya’ya Mektuplar, Varlık Yay. 2001, s. 28) diyecektir. Burada biraz durarak, “hakikati” Cahit Sıtkı’nın kullandığı bağlamından alıp (Çünkü o, kavramı sanatsal gerçeklik bağlamında düşünüyor.) “gerçek” kavramı ile karşıladığımız düşünelim. “Gerçek ile hayatlarımız arasındaki uçurum” acısının daha sonraki kuşaktan şairlerce hissedilmediğini söyleyemesem de bu sorunsalın kenarından dolaşıp, kestirme bir çözüm bulduklarını söyleyebilirim. Bu çözüm de “hayatı” “gerçek”lik olarak görmek oldu.
Oysa “gerçek” dediğimiz şeyi “hayatlarımız” karşısında farklı kılan, onun akli olmasından kaynaklanıyordu. Cahit Sıtkı, uçurumu duyurmayı şiirdeki biçimsel dönüşümlerle başarabileceğini düşünüyordu. Sorunun farkındaydı ama çözümü yetersiz kaldı. Dediğim gibi sonraki kuşak şairler ise “hayatı” anlatırsak “gerçeği” anlatmış oluruz diye düşündü ve fena halde yanıldı. Bunun nedeniyse bence şu: Bugün dünyamıza ve yaşadıklarımıza bakıp kim “gerçekliğin olmazsa olmazlarından”, akli olanla bir örtüşme yaşadığını iddia edebilir? Bugün hayatlarımızda onu “gerçek” kılacak olan akli bir şeyler var mı? Bu anlamda yaşadığımız dönemde ütopyalar çok daha “gerçek”tir. İşte bugün edebiyatımızda hayat eşittir gerçek formulünün çöktüğü yer de burası. “Gerçek” ile hayatlarımız arasındaki uçurum. Günümüz şiirinin, romanımızın sürekli etrafından dolaştığı uçurum. Şizofrenik bir şekilde yaşadığımız ama adını koyamadığımız yıkım. Uçurumumuz zamanımıza genel karakterini veriyor ve giderek öznemizle dünya arasındaki genel ilişki biçimi oluyor.
Öyleyse bugün edebiyat, tarihin hızlanarak aktığı dönemlerdeki gibi “hayatı gerçekleştirmek” gibi bir görevle de karşı karşıya. Hayata anlam katmaktan ötede bir boyut katmaktan söz ediyorum. Bir başka derinlik. Sürekli aynı romanları, aynı şiirleri okumamız bundan. Edebiyatçılar sürekli bu “uçurum”un etrafında dolandığı için hep kendilerine rastlıyor.
İletişim çağı mı? Görsel çağ mı? Her gün gözlerimizin önünde ‘gerçeklik’ diye akan binlerce olguyu insan olarak seyretmekten başka yapabileceğimiz bir şey var mı? Savaşlar, dünya üzerindeki bilmem kaç milyon tane mayın, kopan kafalar, bombalanan masum insanlar, pazaryerlerinde satılan kadınlar, işkenceyle öldürülen çocuklar, insan aklının alabileceği şeyler mi? Bu savaşlar biter; barış mümkün, demek daha ‘hakikat’miş gibi geliyor bana. Böyle söyleyebilecek sanatsal ürünlere gereksinimimiz var bugün. “Uçurumu” anlatabilecek şiirler, romanlar ve öyküler gerekiyor.
Gerçeği hakikat kılmak da Haziran'daki edebiyatçının görevi öyleyse. Bir yanda egemen olanın her zaman yaptığı gibi “hakikati” çarpıtması, dipsiz uçurumlar etrafında dolaşmak öte yanda dil, yürek ve akılla kurulacak “hakiki edebiyat”.