Aslında bu hafta, geçen haftaki “Barış İçin Çeviriler”i sürdürecektim. Ancak son zamanlarda edebiyat çevirilerine ilişkin tartışmalarda olayın bir boyutu öne çıktığından ve kanımca epey yanlış ele alındığından, ‘edebiyat çevirilerinde felsefe boyutunu eksikliği’ konusuna öncelik tanımayı daha uygun buldum.
Bu yazıyı, bizim düşünce iklimlerimizdede felsefe boyutunun zaten genelde eksik olduğunun bilinci ile ve bu önemli eksiği sevgili okurlarıma bir defa daha hatırlatarak kaleme alıyorum.
Arada, tek tük de olsa, çeviri konusunda söyleşilerin yapıldığını, bir şeyler yazılıp çiziktirildiğine tanık olmaktayım. Ama bunların çoğu, uzun zamandır zaten söylenmekte olanların bir tekrarından ibaret. Ve her alandaki ‘tekrarın tekrarı’nda karşılaşılan tehlike, kendisini doğal olarak bu alanda da hissettiriyor : Söylenenler, çoğunlukla zaman içersinde eski bağlamlarından kopmuş, geçerli gündemlerle ilintisiz ve kısır bir lafazanlıktan öteye geçemeyen şeyler.
Buna karşılık, ‘Edebiyat çevirilerinde felsefe boyutunun eksikliği ne gibi sakıncalara yol açabilir?’ gibi bir soru sorulsa – ki, sorulmuyor! –, elbet garip kaçar. Çünkü hemen hiçbir düşünsel alanda felsefe boyutuna ihtiyaç duyulmayan bir iklimde bu boyutu edebiyat çevirileri açısından gündeme getirme girişiminin hemen hiçbir şansı yoktur.
Ama biz, yine de deneyelim!
Denemek zorundayız, çünkü doğrudan ‘edebiyat çevirisi’ dediğimiz olgunun kendisi, her şeyden önce edebiyat alanındaki bir felsefe sorgulamasıyla eşanlamlıdır – öyle olmak gerekir. Zira edebiyat çevirmenliğine soyunan kişinin kalkıştığı iş, yalnızca ‘çevirmek’ fiili ile karşılanabilir olmanın çok ötesindedir. O kişinin hedefi, yabancı bir dilde yaratılmış bir eseri kendi dilinde tekrar yaratmaktır. Bu yaratma eylemi, sadece ‘olan’ı bir başka dile dilsel düzlemde taşımak veya çevirmekle tanımlanamaz. Yapılması gereken, bu yaratma eylemi gerçekleştiği dilde hangi felsefe boyutlarının/sorularının süzgecinden geçti ise, onu aktarıldığı dilde de aynı süzgeçlerden geçirerek yeniden üretmek uğruna çaba harcamaktır. Bilindiği üzere, felsefenin kurucu sorusu, ‘Nedir?’ sorusudur ve bu soru, örneğin ‘Nasıl?’ sorusundan çok farklıdır. Bir edebiyat eseri için ‘Nasıl?’ diye sorduğumuzda, hemen bir dizi somut yanıt ile karşılaşabiliriz : İyi, çok güçlü, zayıf, anlatımı yetersiz, derinlikten yoksun vb. gibi. Buna karşılık aynı esere ‘Nedir?’ sorusunu yönelttiğimizde, yolumuz zorunlu olarak somut yanıtların çok ötesine geçen, kavramlarla örülü bir alana düşecektir. Örneğin ‘Don Quichotte nedir?’ sorusuna yalnızca ‘romandır’, ‘Cervantes tarafından yazılmıştır’ ya da ‘üslubu mükemmel bir eserdir’ gibi karşılıklar aramak, boşunadır. Çünkü ‘nedir’ sorusu ile adım attığımız alan, aslında felsefenin derin sorgulama alanıdır ve bizden, bu romanın Cervantes tarafından temellendirilen oluşum koşulları, yazıldığı dönemin derinliğine incelenmesi, öyle bir dönemin nasıl ve neden yaşandığı, sonuçların ne olduğu gibi konulara geçmemiz istenecektir.
Cervantes’i çevirmeye kalkışacak olan çevirmenin önüne ilk çıkan alan da işte bu derin sorgulama alanı, yani felsefenin alanıdır. Çevirmen, aslında bir yorum çalışması olan çevirme eylemini önce bu alandaki gezintileriyle oluşturacağı sağlam zemin üzerine inşa etmek durumundadır. Sonraki bütün çevirme eylemi boyunca çevirmenin en güvenilir yardımcısı, örneğin İspanyolca bilgisi ya da türlü sözlükler değil, fakat birincil olarak sözünü ettiğimiz derin sorgulama sonucu oluşturduğu kendi ‘Don Quchotte kavramı’ olacaktır, ve bütün ayrıntılar – eğer varsa – ancak böyle bir kavramın ışığında netlik kazanacaktır.
Elias Canetti’nin ‘yazar’ ve ‘yazıcı’ nitelendirmelerinden yola çıkarak bir benzetme yapmak istersek eğer, şöyle de diyebiliriz: ‘çevirmen’ ile ‘çevirici’yi birbirinden ayıran çizgi, ancak bu türden bir ‘esere ilişlin kendi kavramı olma ya da olmama’ durumundan geçebilir!