W. Shakespeare'e atfedilen bir özlü söz var: “Hiç kimse, duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz.”
Bu tümcenin pek çok çeşidi, sürümü de var.
Bir rastladığım biçimi, Fuzuli’ye atfedilmiş. Hemen şerh düşeyim, bir kanıtı varsa da ben bulamadım. Ama hadi onun olsun. Fuzuli diyormuş ki, "Görmek istemeyen göze ne göstereyim; duymak istemeyen kulağa ne söyleyeyim".
Tıpkısının başka bir meali, İbn-i Sina’ya atfedilmiş. “Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör; duymak istemeyen kadar sağır olamaz.”
Bir de İtalyan atasözü olarak şerh düşülmüş olanı var: "Duymak istemeyen kadar kötü sağır yoktur."
Son olarak da bir torunun dedesinden aktarımına rastladım. Torun dedesinin fiziki olarak sağır olduğunu ve fakat kendilerine şöyle söylediğini hikâye ediyor: “…ben sizi duyamıyorum, ama dudaklarınızı okuyabiliyorum. Öyle insanlar var ki sizi, duyabildikleri halde duymazlar, sizi gördükleri halde görmezler. İşte o insanlardan uzak durun, ne olursa olsun onlarla bir olmayın.”
İlk kim akıl edip söylemişse söylemiş ve hepsi de aynısını söylemiş. Bir şey fark etmiyor. İnsanlık bilincinin ortak ve anonim değerlerinden birisi buraya yazılanlar…
NELERİ DUYARIZ…
Fizyolojik olarak sesleri duyarız. Duyma organımız da kulaklarımızdır. Duyma, duyurma çabası, ses ve sözcüklerle olurken, müzik, duyup, dinlemekten büyük keyif aldığımız bir ses armonisidir. Bizi alır götürür, başka dünyaların hayaline, anılarına sürükler. Oysa duyma, duyurma sadece sesten, sözden ibaret de değildir. Yüreğimizle de duyarız, yüreğimizle de işitir, görür ve donanırız…
Sağırlık, duyma kaybındaki fizyopatolojik bir özürdür. Çok nedenleri vardır. Kimimiz az duyarız. Duyu kaybı olanlar, vokalizasyon tınısını artıran yapay kulaklıklar kullanırlar. Kimimiz hiç duymayız, kendi sessizliğimizde, sadece iç dünyamızın sesine yoldaşlık ederiz…
Duyma işlevi yerinde olanlar, sesini konuşma ile duyurur. İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik gibi düşünülse de doğada her canlı, ses çıkararak birbiriyle anlaşmanın bir yolunu bulmuşlardır. İnsan, aslanın kükreyişinden ne söylediğini anlamaz. Aslan da fil sesinin hangi konuşma diline denk geldiğini bilemese de doğa sahip olduğu değişik ses tınılarıyla hep duyar ve konuşur. Yeter ki, doğanın bize ne söylediğini duymaya, anlamaya çalışalım…
NASIL KONUŞURUZ…
Düşündüğümüzü ve düşüncemizi ifade etmenin en kestirme yolu, insan becerilerinden birisi olan dil-linguistik ve onun sesli ifadesi olan konuşmaktır. Konuşma, insan aklının dışa vurumudur. Daha birisi konuşmaya başladığında, sesinin tınısından, konuştuğu dili kullanışına, ona dair vurgularına ve üslubuna ilişkin nasıl bir insan olduğunun, kim olduğunun ne çok şifresini açığa çıkarır. Kimisini dinlemek, büyük keyif verirken, kimisinin de ne söylediğinden, hemen başta nasıl da kopulur.
Konuşmakta amaç nedir (?) sorusunun yanıtı üzerinde kuşkusuz düşünmüş olmalıyız. Özne olarak kabul edilmek ve anlaşılmak isteğidir. Yani insanın, kendi farkındalığının, başkalarınca da anlaşılması isteği ve öylece de varlıklar dünyasında kendine özgü bir kabulün olduğunun da duyumsanma çabası. Anlaşılma çabası, ne amansız bir ömür boyu uğraşıdır. Çoğu kez anlaşılmadığımızdan da şikâyet etme ve bunun acısını duyumsama, belki de bir ömür boyu çektiğimiz gayya kuyusu gibi sayrılıktır.
Bu kendimizi ifade etme, konuşma faaliyetlerimizin bütününe iletişim diyoruz. İletişim kurmaya çabalayarak bir ömür geçiriyoruz. Kurabildiğimiz ya da kuramadıklarımızla beraber, bazen kendimize dair bile hayretlere düşüyoruz. Kendimizi kendimize anlatamadığımız nice farklı içsellikler hiç mi geçirmedik?
Uzmanları, konuşma dilinde, sözcüklerin sadece yüzde 7 yer tuttuğunu ifade ediyorlar. Ses tonumuzun ise yüzde 35 olduğunu söylüyorlar. Geri kalanı, dili ne denli bilme ve onu kullanma becerilerimiz olmalı.
Aslında kendi öznemizin ifade nesnesi olarak kullandığımız dil, bizi öncelikle hep kendimize ifade eder ve insanların büyük çoğunluğu da ana dil dediğimiz ve rüyalarımızda dahi konuşma dili olarak kullandığımız dili, doğru dürüst öğrenemeden-kullanamadan bu dünyadan göçer gider.
Kuşkusuz, dilin, konuşmanın, duymanın bir nörobiyolojik kökeni vardır. Ne ki konuya bu başlangıcın başka bir meramı vardır.
MERAMA DAİR…
Yüksek ses tonu, konuşma dilinde ne denli rahatsız edicidir. Ne dediğimizin anlaşılmasını zorlaştırır; hatta terse çevirir. Yüksek ses tonunun en üst perdesi, bağırma, çağırmadır. Bağırmanın çok çeşidi vardır. ‘İmdat’ isterken de bağırılır. Ne ki konuşmanın bir bağırmaya dönmesinin temel işlevi, haklı çıkma çabasını, karşısındakini ezme ve bağırarak karşısındakini ikna etme dürtüsünü içinde barındırır.
Gündelik yaşantı, bunların çok örneğini içinde barındırmaktadır.
Gündelik siyasi yaşamda bağırtı, çağırtı ve dille, sözcüklerle ne çok kavgaya tanıklık etmektedir.
Her gün, televizyon ekranlarının esas aktörü başta olmak üzere, tartışma programlarından, yemek pişirme programlarına kadar, irili ufaklı bütün medyatik aktörler, birbirlerine bağırıp duruyor.
Eğer izliyorsak, suçlama ve galiz küfürleşmeye dönüşen ne çok enstantane izlemeye mecbur kalıyoruz. Her haber yayını, her tartışma oturumu, birbiriyle kavga edenlerle dolu ve gerilmemek elde değil.
Dünyaya bakıldığında da benzeri örnekleri görmek mümkün. Bağırmaların siyaseten iki varyantı var. İlki, ülke içi siyasi meselelerde konsolidasyon sağlamaya ilişkin; ikincisi de dış olay veya sorunlarda başka türev bir konsolidasyon sağlama dürtüsü.
Türkiye’nin gündelik parlamenter siyaseti, hem birbirine birlik beraberlik çağrıları ile dolu hem de ayrışma ve hakaret parodileri içeriyor. 83 milyonun her olayı kavraması, anlamlandırması ve bireysel aklıyla, toplumsal bir akla ortak olması, beklendiği gibi bir bölük itaatinde olacak değil. İktidar cenahından olaylara bakıyorsanız, güllük gülistanlık ve her şeyiyle ‘milli ve yerli’ bir siyaset takipçiliğinizin olması bekleniyor. Karşı düşünceleri ifade etmek, vatan hainliğiyle, teröristlikle falan çok rahat suçlanabiliyor. Böyle düşünmenin, tehdit kokan salgılarının da çoğu kez hukuksal davalara kolayca dönebildiğini izleyebiliyorsunuz.
Oysa bir burjuva kültürü ve hukuku olarak, bu denli baskıcılığın, sosyal ve siyasal yaşamı totalitarizme götürdüğünün mutlaka görülüyor olması gerekiyor. Buradaki sorun, gördüğü halde görmek istememek bilinciyle hareket etmekten başka bir şey değil diye düşünmeyin…
Bu bilinçli ve sınıfsal bir tutumdur. Halk sınıflarının, sermaye birikimine tam itaatle pekiştirilmesi ve yoksulluğun ötesinde, başka bir yaşamın olmadığına ikna edilmesi, siyaset dili olarak kullanılan jargonun da devrevi ve kronik krizler dönemlerinde, bilinçle kullanılmasını gerektirmektedir. İşler yolunda gittiğinde göreceli olarak sükûnet vaz eden siyaset dili, krizin çapına bağlı ayrıştırıcı, ötekileştirici ve suçlayıcı ağır bir dile dönüşmektedir. İzlediğimiz de bundan başka bir şey değildir.
Siyasette sükûnet dilinin açılımı ‘istikrar’dır. İstikrar, sermaye piyasalarının, emekçilerin artık değerinden en yüksek sömürü payını geliştirebildikleri koşulların temininin anahtar sözcüğüdür. İstikrarın baş düşmanı ise, hak arayışlarıdır. Burjuva hukukuna göre ‘hak’ yasalarla garanti altına alınmış ayrıcalıktır. Hak arayışlarının içinde anayasaca veya adli, özel yasalarca bireylere tanınmış ayrıcalıklar, hak arayışlarına dönüştüğünde, sermaye iktidarlarının baş korkusu zuhur eder. O da istikrarın bozulmasıdır.
Hak arayışı için greve çıkmış işçi, talep ve eylemliliği ile sermaye istikrarını bozar. Bunu siyaseten karşılayan dil ise, bağırtı ve çağırtıyla işçiye atfedilen bozgunculuktur. Kadının, çocuğun, ailenin ve tek tek bireylerin temel insan ve yaşam hakkı, sağlıklı bir çevrede, sağlık ve insani değerlerini kaybetmeden bir yaşam sürdürülmesinin temin edilmesi hakkıdır. Oysa kadına, çocuğa baskı, onların yaşamına, iffetine tecavüzden bahsetmek, toplumsal olağan görüntüler haline gelmiş bile olsa, yoktan sayılabilmekte ve söyleyeninin kolayca ve ne alakaysa 'FETÖ'cülükle suçlanma nedeni olabilmektedir. İşsizliğin sorun olduğunu, yoksulluğun tavan yaptığını ifade etmek, memlekette bir sükûn ve barış havası esmesi gerektiğini dile getirmek, terör örgütüne yardım ve yataklıkla suçlanabilmektedir.
Haklıya haklı, haksıza haksız diyebilme asgari normalinin dışına çıkmış, kâbus gibi ve artık sürdürülemez olan bir kaotik dönemin içinden deriniyle geçiyoruz. Sermayenin istikrarı adına en haklı talepler bile ayrıştırıcı bir dille suçlanabilir hale gelmiş oluyor.
19 Şubat’ta Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ve Ajans Press’ten alıntılanan bir habere bakılırsa, ‘2020 Yılı Dünya Mutluluk Raporu' göre, 156 ülkeyi kapsayan incelemede, Finlandiya’nın dünyanın en mutlu ülkesi olduğu belirtiliyor. Türkiye bu sıralamada 93. sırada. Yine aynı haberin içinden, Türkiye verilerinin, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) bilgilerine dayandırıldığı ifade ediliyor. TÜİK’in, ‘2020 Yaşam Memnuniyeti Araştırması'na göre, Türkiye’nin yüzde 52,8’inin mutlu olmadığı gözlenirken, Türkiye'deki mutluluk oranının yıllar içinde düştüğü ifade ediliyor. Bu rakam geçmiş yıllarla kıyaslandığında ise 2019 yılında yüzde 52,4, 2011 yılında ise yüzde 62,1, 2003 yılında ise yüzde 59,6 olduğu da kaydedilmiş durumda.
Buradan bakıldığında var olan nüfusun yarıdan çoğu gündelik hayatından mutlu değil. En önemli sorunları arasında ekonomik problemler geliyor. Bu sonuca bakılırsa, karnı doymayan, işsizlik sarmalıyla dolanmış bir toplumun asgari mutluluk koşulları, yerine gelmemiş demektir. Bu nedenler arasında, yaşamakta olduğumuz pandemi koşullarının da bir neden olduğu söylenebilirse de, siyasetin anlattığı tablo ile halkın çektikleri arasında ciddi bir açı farkı bulunduğu kuşkusuzdur.
Bunun bağırıp, çağırarak, tehdit ederek, hem kolluk gücü ve hem de hukuki yaptırımlarla baskı altına alınma çabalarının, sadra şifa olmadığı da en somut gerçekliktir.
Ne çok örnek var buraya şerh düşülememiş. Yazması dahi iç kaldırmıyor diyelim…
Bu kâbustan uyanmayı başka bir sonraya bırakmama iradesine, aklımıza, bilincine, özgüvenine toplumsal olarak ulaşalım…
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için "
Haydi, bulunulan yerden başlamak…