Direkli okuma
Kaygılanmayın sakın, kitap işini noktalayıp, dini sohbetlere başlamadım; sadece direkli oruç kavramına öykünerek "direkli okuma" adını verdiğim bir okuma yönteminden söz edeceğim.
"Direkli oruç" diye bir kavramdan haberdar mısınız? Şöyle anlatayım, oruç tutmasını istemediğiniz çocukları idare etmek için bulunmuş bir yöntem: Acıktıklarında veya susadıklarında mola veriyorlar oruca ve bu molalara direk deniliyor. (1)
Kaygılanmayın sakın, kitap işini noktalayıp, dini sohbetlere başlamadım; sadece direkli oruç kavramına öykünerek "direkli okuma" adını verdiğim bir okuma yönteminden söz edeceğim. Daha önce yazmıştım, genellikle iki kitabı bir arada oku(ya)mam; yoğunlaşmayı azaltacağını düşünürüm. Elbette bir olasılık da benim beceremiyor olmam. Ancak bunun dışına çıktığım bir durum var: eğer okuduğum kitap büyük boyutlu yani her durumda okumaya, örneğin yatarak okumaya uygun değilse ve ayrıca bir de bu kitabı çok sevmemişsem, direkli okuma yapmaya başlarım. Yani gün boyu esas kitap elimdeyken, yatarken kısa, tek seferde okunabilen kitaplar okurum. Her zaman olduğu gibi direkli okuma için de kurallarım var; üç tane: Esas kitap büyük boyutlu olacak, bir; beni çok sarmayacak, iki ve direk kitapları da tek seferde okunabilecek uzunlukta olacak, üç.
İşte bu hafta esas kitabım Jared Diamond’un, tüm dünyada çok satan Tüfek, Mikrop ve Çelik’i oldu. Pulitzer ödüllü bu kitap yıllardır "okunacaklar" rafımda bekliyordu. Diamond, 1972 yılında kuşların evrimini gözlemlemek için Yeni Gine’ye gider ve burada karşılaştığı "Neden Yeni Gine’ye gelen Avrupalı sömürgecilerin geliştirdiği teknoloji ve politik yapılanmayı yerli Yeni Gineliler hiçbir zaman geliştiremedi?" sorusu her şeyin başlangıcı olur. Bu soruyu yanıtlayabilmek için 13 bin yıl geriye giderek avcı-toplayıcılıktan yerleşik yaşama geçilmesinden başlayarak insanlık tarihini özetliyor kitabında. Diamond, esas olarak besin kaynakları, iklim, dil ve toplumların etkileşimi üzerinde dururken en önemli, hatta tek belirleyici olarak coğrafyayı ele alıyor ve bence sorun da burada başlıyor. Bir tür coğrafi determinizm denilecek bu yaklaşımın iyi tarafı, "farklılıklar, farklı bölgelerdeki halkların insanları arasındaki doğuştan gelen farklardan kaynaklanmaz, yaşadıkları çevre koşullarıdır farklılıkları yaratan" derken, biyolojik determinizmden yani ırkçılıktan uzak duruyor. Bence bu önemli çünkü günümüzdeki en geri ama çok yaygın olan "ileri Avrupalı, geri Afrikalı" gibi veya güncel şekliyle Suriyeli mültecileri Ukraynalılardan ayrı tutan yaklaşımlara prim vermemiş oluyor. Diğer yandan coğrafi determinizm birçok soruyu da yanıtsız bırakıyor. Örneğin Diamond’un şu sorusunda olduğu gibi: "Acaba yiyecek üretimi ilk önce niçin günümüzün en verimli tarım ovalarında değil de bu en olmayacak gibi görünen yerlerde başladı?" (s.102). Ya da eskiden uygarlığın geliştiği yerlerin, şimdi neden geri kaldığını açıklamak isterken çok zorlanması gibi: "Ekolojik olarak kendi kaynaklarını yok ederek kendi kuyularını kazdılar" (s. 520). Dikkat edin ırkçılığın sınırlarında dolaşıyor böyle yaklaşınca.
KÜNYE: Tüfek, Mikrop ve Çelik. Jared Diamond. Çev.: Ülker İnce. Sahaflarda TÜBİTAK ve Pegasus baskıları 50-350 TL. arası.
Propaganda yapmak istemiyorum ama üretici güçler, üretim ilişkileri, sınıf gibi kavramları kullansaydı her şey nasıl yerli yerine otururdu. Neyse, genel olarak dünya tarihine başlangıç için iyi bir kaynak değil. Ancak içerdiği yüzlerce örnek diyalektik materyalist bir bakış açısıyla okuyanı kuşkusuz çok zenginleştirir.
Kitap boyu şu düşünceden bir türlü uzaklaşamadım; insanın ortaya çıkışını Homo Sapiens olarak alırsak, 300 bin yıllık dönemin en fazla 7-8 bin yıllık dönemi sınıflı toplum biçiminde. Sanırım şu an içinde olduğumuz bu 7-8 bin yıllık dönem, akıl dışı ve karanlık çağ olarak anılacak ileride.
Jared Diamond çiftçiliğin başladığı yer olan Mezopotamya’dan ayrılanların önce Anadolu’ya yayılıp oradan İstanbul Boğazı’nı geçerek Yunanistan’daki avcı/toplayıcılarla birleşip, sonra çocuklarının İrlanda batı kıyılarından güney İsveç’e dek tarıma uygun her yere dağıldıklarını söylüyor. Efsanelere göre ise Zeus’un, eşi Hera’nın öfkesinden korumak için inek haline getirdiği sevgilisi Io, boğazı yüzerek geçtiğinden "Bosphorus=inek geçidi" denmiştir buraya. Milattan sonra ilk iki yüzyıl içinde yaşadığı sanılan ve hakkında başka hiçbir bilgi olmayan Dionyzos Byzantios Boğaziçi’nde Bir Gezinti kitabında bu geçişin tam olarak boğazın neresinden olabileceğine dair bilgiler de veriyor. Aslında tarihin ilk İstanbul gezi rehberi olarak değerlendirilebilecek bu kısa kitap gerçekten eğlenceli. Üstelik Aristo’nun Bizans’taki bir balıkçı sınıfının varlığından söz etmesi, sanki Diamond’a bir gönderme gibi geldi bana. Unutmadan söyleyeyim, bu birinci direkti.
KÜNYE: Boğaziçi’nde Bir Gezinti. Dionysos Byzantios. Yapı Kredi Yay., 2020. Çev.: Mehmet Fatih Yavuz 4. baskı, etiket fiyatı 18 TL
İkinci direk yine bir geçişe denk geldi. Amerika’ya ilk insan geçişinin M.Ö 11 bin yılında Bering Boğazı üzerinden olduğu düşünülmektedir. Ancak zaman içerisinde eski dünyadan bütünüyle yalıtılmış olarak çok daha güneyde tarım toplulukları gelişmişti. Yeni dünyanın Avrupa ile ilişkileri ise M.S 1000 civarında Grönland’ı işgal eden İskandinavlar ile olsa da çarpıcı, yıkıcı ilişkiler Kristof Kolomb’un Karayipler’de yüksek nüfus yoğunluğu olan bölgeleri “keşfiyle” başlar. Görselde de betimlenen İspanyol Francisco Pizarro’nun İnka imparatoru Atahualpa’yı esir alması Tüfek, Mikrop ve Çelik’le temsil edilenlerin üstünlüğünün bir anlamda kesinleşmesiydi. Sonrasında her iki kıta arasında bitmez tükenmez bir bağlantı oluşur. Kafka, Ateşçi öyküsünde ailesi tarafından Amerika’ya sürgüne gönderilen bir genci anlatıyor. Gemide Ateşçi ile tanışır ve onun dünyası da devreye girer; herkesin düşleri farklıdır. Öyküde gerçek anlamda bir son yok, okura verilen bir mesaj yok ama bir şeyler, belki bir sahne belleğine kazınıyor insanın. Sanırım Kafka’nın bitmemiş öykülerinden ama dediğim gibi, çarpıcı. Hele bir de valiz var ki ortada, neden orada bilemiyorum ama aklıma takıldı kaldı. Müthiş.
KÜNYE: Ateşçi. Franz Kafka. Daha önce Olympia ve Koridor Yayınlarından basılmıştı, kitapçılarda Mavi Çatı ve Aperatif Yay. baskıları var, etiket fiyatı 7 TL.
Herkesin çok iyi bildiği gibi Amerika’nın "keşif"ten sonraki tarihi bir soykırım öyküsüdür ve içinde pek çok tekil acı barındırır: İşkenceler, katliamlar, "rezervasyon" denilen toplama kampları…Üstelik bir dönem olup bitmiş uygulamalar değil bunlar. Küba’nın güneybatısındaki ABD’ye ait deniz üssünde bine yakın tutuklu, çoğu hiçbir suçlama olmadan orada tutuluyor ve temel insan haklarının tümünden yoksunlar. Alt başlığı "Mahpuslar Konuşuyor" olan Guantanamo’dan Şiirler kitabında Marc Falkoff 20 civarında şiiri bir araya getirmiş. Şiir çevirilerini yapan Gündüz Vassaf’ın sözleriyle "Tehdide, küçük düşürülmeye, işkenceye direnmişler. Şiir yazarak direnmişler." Abdürrahim Müslim Dost’un dizelerinde olduğu gibi:
KÜNYE: Guantanamo’dan Şiirler. Marc Falkoff (Haz.) Yapı Kredi Yay., 2008. Çev.: Gündüz Vassaf, Bilgin Adalı. Sahaflarda 10-40 TL arası.
Bu ne biçim bahar?
Kötü kokuyor hava,
Çiçeksiz.
Üçüncü direk biraz sert oldu ama etkileyiciydi; unutulur gibi değil. Gelinen nokta da coğrafyayla açıklanabilir değil.
Tüfek, Mikrop ve Çelik’de konu kültürel farklılıklara gelince Diamond’un yaklaşımı bir miktar değişiyor: "Kültürel farklılıkların bazıları hiç kuşkusuz çevresel farklılıkların ürünü. Ama çevreyle ilişkisi olmayan…yerel nedenlerden dolayı küçük kültürel bir özellik oluşabilir, kökleşir ve bilimin öteki alanlarına kaos kuramının uygulanmasıyla olduğu gibi daha önemli kültürel seçimlere önceden hazırlar." En fazla verdiği örnek ise dillerin yayılımıyla ilgili. Örneğin bugün hala Rusya’da kullanılan Kiril alfabesinin kökeni M.S. dokuzuncu yüzyılda Slavların ülkesine giden Yunan misyoner Aziz Kryllos’a uzanır. Kyrillos Yunan ve İbrani alfabelerini birleştirerek Kiril alfabesini oluşturmuştur. Sonra? Sonrasında bu alfabeyle en büyük yapıtlar ortaya çıkmıştır. Örnekse Dostoyevski. O zaman dördüncü direk Timsah olsun. Dostoyevski, kapitalizmi insanları yutan bir timsaha benzettiği kitabında kara mizahla yoğun bir sistem eleştirisi yapıyor. Yabancı sermayeyi çekebilmek için yapılan şaklabanlıklar, onursuz davranışlar günümüz Türkiye’sini anlatıyor gibi. En sıkıntılı durumlarda bile maddi çıkar peşinde koşan insan tipiyle de işin bireysel boyutunu veriyor.
KÜNYE: Timsah. Fyodor Dostoyevski. Daha önce farklı çevirileri farklı yayınevlerince basılmıştı, kitapçılarda Mavi Çatı ve Aperatif Yay. baskıları var, etiket fiyatı 7 TL.
Doğrusu bu kadarcık Dostoyevski kesmedi beni; daha doğrusu tadı damağımda kaldı. O zaman hiç ara vermeden beşinci direğe geçtim: Tatsız Bir Olay. Yüzyılın başlarında İvan İlyiç adındaki bir general davet edilmediği, astlarından birinin düğününe gider. Böylece iki farklı sınıf, yaşamın doğal akışında, doğal olmayan bir biçimde karşılaşmış olur. Bir yandan kopma noktasındaki sınıfsal çelişkiler, diğer yandan kişisel basitlikler, zaaflar. Dostoyevski’nin yalın bir dille kaleme aldığı etkileyici bir öykü. Hani bu iki öyküyü okuduktan sonra, insanın Aziz Kryllos’a teşekkür edesi geliyor, özellikle de Rus edebiyatına akıl dışı saldırıların yapıldığı günümüzde.
KÜNYE: Tatsız Bir Olay. Fyodor Dostoyevski. Daha önce farklı çevirileri farklı yayınevlerince basılmıştı, kitapçılarda Mavi Çatı, Aperatif, Can ve Oda Yay., baskıları var, etiket fiyatları 9-17 TL arası.
Tüfek, Mikrop ve Çelik için bir şey demeyeceğim ama direkler çok güzeldi bu hafta.
(1) https://www.yenisafak.com/yazarlar/mucahit-ozturk/cocukc küçüka-oruc-54675