Devlet kitap basar mı?
MEB Yayınları denince akla elbette öncelikle 1940’lı yıllardaki Dünya Klasikleri serisi gelir, gelmelidir. En iyi kitaplar, en iyi çevirilerle halka çok ucuz bir fiyatla sunulmuştu. Belki de Cumhuriyet döneminin en önemli kültür hamlesi diye nitelendirilebilir.
Elbette basar; eğer devletin bir kurum olarak belirli bir sınıfın iktidarının aracı olduğunu düşünürsek, bu iktidarı korumak için de elinden gelen her şeyi yapacağını öngörmek zor olmasa gerek. Şimdi böyle bir girişe bakıp da çok sert oldu demeyin çünkü devletin, evet baskıcı uygulamalarını da sıklıkla görürüz ama asıl başarısı toplumu ideolojik olarak en uygun düzenle yönetildiklerine ikna etmesi ve alternatifi olamayacağını düşündürmesidir. İşte kitaplar bu aşamada devreye girer; toplumun ideolojik yapılandırmasının medya, üniversite gibi araçlarının belki de en önemli tamamlayıcısıdır. Bu arada devlet derken sadece kapitalizminkini değil, sosyalist devleti de kastediyorum; söylediklerim onun için de geçerli.
Hal böyleyse, devlet elbette kendi sınıfının ideolojisine aykırı kitaplar basmaz. Ancak bu genel bir politika olarak geçerlidir, tekil bir kitap için değil çünkü ‘üretim hatası’ yaptığı da rastlanmayan bir durum değil. Ancak ne olursa olsun, devletin kitap basmasını olumlu olarak değerlendirmek gerekir çünkü satışının net bir biçimde çok az olacağı belli olan bir kitabı özel sektör basmaz, daha doğrusu bunu sürekli yapmaz, belki de yapamaz. Özel sektörün arada bir bastıkları ‘prestij kitaplarını’ ise ayrı tutmak gerek, çünkü bunlar ‘arada bir’ basılır. Artık kişi de kendisini bir okur olarak devletten korumayı bilmelidir.
Ancak bunların ötesinde, devletin bastığı kitapların belge niteliği de vardır, basıldığı dönemin politik durumuyla ilgili bilgi verir. Örneğin Rousseau’yu herhangi bir yayınevinin basmasının ikincil anlamları olmayabilir ama devlet Rousseau’yu basarsa, neden başka bir zaman değil de o zaman bastığının irdelenmesi gerekir.
Bu konuya girince matbaanın Osmanlı’da kullanımının gecikmesi, İbrahim Müteferrika gibi konulara da değinmek gerekiyor. Bir kere ‘matbaa bize 300 yıllık gecikmeyle geldi’ söylemi bütünüyle Avrupa merkezci bir bakış açısı. Eğer tarihi matbaanın gerçek başlangıcına, Çin’e, götürecek olursak bu süreyi dörtle çarpmak gerekir. O zaman Avrupa da kendisine sormalı, neden 900 yıl geciktik diye.
Matbaa denilince hep Mehmed Said Efendi’nin hakkının yendiğini düşünürüm. Babası Paris’e elçi olarak atanınca yanında kâtip olarak oğlunu da götürür. Burada, birçok şeyin yanı sıra, matbaa da ilgisini çeker Mehmed Said Efendi’nin. Ülkeye dönünce bu konuda bilgisi olan İbrahim Müteferrika’yla konuşur ve beraberce ilk matbaayı kurarlar. Mehmed Said Efendi, bir süre sonra başka devlet görevleri nedeniyle işi tümüyle İbrahim Müteferrika’ya bırakarak ayrılır ve Sadrazamlığa dek yükselir. İlk Türk masonu da kabul edilen Mehmed Said Efendi’nin adı nedense matbaayla beraber pek anılmaz. (‘Cemiyet’ neden bu işi atlamış ki?) Ayrıca, bu ilk kurulan matbaaya yarı-resmi denilebilir. Sanırım III. Selim zamanında Mühendishane ile birlikte açılan (1795 civarı olsa gerek) ilk devlet matbaasıdır.
Neyse, o günden sonra devletin kitap bastığını biliyoruz ama esas hamle Cumhuriyet dönemiyle birlikte olmuş. İlk matbaadan sonra 200 yıl içinde toplam 25 bin cilt kitap basılırken, Cumhuriyetin ilk yirmi yılında 40 bin cilt basılmış. Kitaba öyle değer veriliyormuş ki, 1938 yılında çıkartılan 3517 sayılı yasayla yazılı ve basılı kağıtların kesekağıdı olarak kullanılması yasaklanmış.
En çok kitap basan devlet kurumu Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) elbette. Zaten çok uzun bir süre boyunca Kültür ve Spor Bakanlıklarının olmadığını ve bunların işlerinin de MEB’e kaldığını biliyoruz. A. Nevzad Ayas, 1948 baskısı Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi: Kuruluşlar ve Tarihçeler isimli kitabında ulusal eğitim tarihini yasalar, yönetmelikler, önemli Bakan konuşmaları ile birlikte anlatıyor. Dediğim gibi, o yıllarda Kültür ve Spor Bakanlıkları olmadığı için, müzeler, milli saraylar, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü gibi pek çok kurum da kitabın ilgi alanı içerisinde. Kitabın başında şaşırtıcı olgunlukta bir genel eğitim tarihi bölümü var; ayakları yere basan ve materyalist. Kentlerin ortaya çıkışı, yazının kullanımı, sınıflar, dinde tek tanrıya yönelim ve pek çok konu eğitim tarihi bağlantısı içerisinde diyalektik bir yaklaşımla ele alınıyor. İslamiyet’in başlangıcı anlatılırken peygamberinden, Hazreti demeden, Muhammed diye bahsediliyor. Şimdi olsa, böyle bir şey düşünülemeyeceği gibi sonrasına da (sas) yazılır. Bakıyorum da 1940’lı yıllara göre kültürel açıdan epey gerilemişiz. Cumhuriyetle olan kırılma gibi, şimdilerde de tersi bir kırılma yaşanıyor.
MEB’in kitabı tekrar basması çok iyi bir iş olmuş. Bana kalırsa eğitim tarihiyle ilgilenen herkesin kitaplığında yer almalı. Aslında bir de itirafta bulunmalıyım, belki anımsarsınız kitap yazılarıma başlarken ‘o on beş gün içerisinde baştan sona okumadığım bir kitaptan söz etmeyeceğim’ demiştim. Biraz bu sözümün dışına çıktım bu kez, önemli kısmını okusam da sayfalar boyu süren kimi yönetmeliklere vs. sadece göz attım. Zaten bu yüzden ‘herkes okumalı’ değil de ‘kitaplığında bulundurmalı’ diyorum.
MEB Yayınları denince akla elbette öncelikle 1940’lı yıllardaki Dünya Klasikleri serisi gelir, gelmelidir. En iyi kitaplar, en iyi çevirilerle halka çok ucuz bir fiyatla sunulmuştu. Belki de Cumhuriyet döneminin en önemli kültür hamlesi diye nitelendirilebilir. Ben bu hafta daha önce okumadığım bir kitabı, Anatole France’ın Edebiyat Hayatı’nı seçtim. Kitap aslında dört cilt ama Türkçede seçmeler olarak tek cilt basılmış. Maupassant, Balzac, George Sand, Victor Brochard, Rabelais, Bourget ve daha pek çok yazarla ilgili eleştiri yazılarını bir araya getirmiş France. İsmi geçenler ya çağdaşı ya da o sıralarda hakkında bir kitap çıkmış olan daha eskiler. İçlerinde çok sayıda arkadaşı da var ve bu yüzden eleştirilerdeki kimi ayrıntıları kaçırdığımdan kaygılanıyorum. France’ın bahsettiği kişi ve kitaplar arasında hiç tanımadıklarım olduğu gibi, okuduklarıma da geri dönüp bakmak zorunda hissetim kendimi. Dönemin tartışmalarına ulaşamamam da işin başka bir boyutuydu. Yani sorun ayrıntılardı. Bu açıdan bakıldığında benim için biraz yorucu bir okuma olduğunu söyleyebilirim. Ama değdi doğrusu. Pierre ve Jean romanı için, “…daha güzel bir övme sözü bulamadığım için, Maupassant’ın dilinin gerçek bir Fransızca olduğunu söylemekle yetineceğim” demesi, bir yazar hakkında okuduğum en görkemli yüceltmeydi. Bir de tartışılması gereken şöyle bir düşüncesi var: “Tarih sırası bakımından tenkid (eleştiri) edebiyat türlerinin en sonuncusudur, belki de eninde sonunda hepsini yutacaktır…Gelişmesi için ona salt bir düşünce hürriyeti devri gerekmiştir.” Bu yutma sorunu, hele bir de Anatole France söylüyorsa, tartışılmayı hak eder.
Bitirmeden, kitapta intihal (aşırma) ile ilgili iki ilginç yazı olduğunu da haber vereyim.
Kitap basma işi, tahmin edilebileceği gibi, MEB ile sınırlı değil. Artık tüm bakanlıklar bu işe girmiş durumda. Örneğin Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı. Doğrudan kendisi kitap yayınladığı gibi, bağlı kurumlar da yayın işinde. Örnekse, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) de ilginç kitaplar basıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bilim insanlarının yaşam öyküleri en çok ilgimi çeken dizisi çünkü bilim politikası ile ilgili pek çok uygulamayı (üstelik dünyanın dört bir yanından) bu kitaplarda bulabiliyorum. Bu söylediklerim ülkenin önemli kimyacılarından Metin Balcı’nın otobiyografisi Doğudan Yükselen Bilim için de geçerli. Örneğin, Almanya’da 1960’lı yılların sonlarında inşaat mühendisliği eğitimi alacak öğrencilerin, okula başlamadan önce ikişer ay köprü, yol ve bina inşaatlarında çalışma zorunluluğu bana ilginç geldi. Henüz okula başlamadıkları için de doğal olarak düz işçilik yapma durumundalar. Hani bu bir sosyalist ülkede olsaydı, eminim demediklerini bırakmazlardı.
Ülke içinden de ilginç notlar var kitapta. Örneğin, fakülte için gerekli kimyasalları tek tek fabrikaları dolaşıp, onlardan istemeleri. Bence bu kitabı basan devlet, bunu okuyup utanç duymalı; ne demek bir öğretim üyesinin özel sektörden araştırmalarında kullanmak için malzeme rica etmesi (başka sözcük kullanacaktım ya, neyse). Bu arada Koç’a bağlı bir şirket istenilen malzemeyi vermez, sadece ödemenin taksitle olmasını kabul eder. Bu sürekli gereksinimleri olan bir kimyasaldır. Neyse, bir süre sonra Balcı ve arkadaşları üniversitelerindeki başka bir fakültenin de aynı malzemeyi aldığını öğrenirler ve onlar malzemelerini aldıktan sonra tankerde kalan artıkları şoförle anlaşıp, düşük bir fiyatla satın alarak işlerini görürler. Ancak aradan fazla zaman geçmeden Koç’a bağlı şirket, Türkiye’deki tek ithalatçısı olduğu kimyasalı kendilerinden almadıklarını fark edip işin peşine düşer ve Kimya bölümüne de yeniden satışa başlar.
Bu tip kitaplarda yadırgadığım nokta ise, yazarların işleyişteki pek çok konudan yakınıp, ama onu düzeltmek için anlatabilecekleri bir çabayı göstermemeleri. Herkes mücadeleyi başkasından bekleyince, işler de doğal olarak düzelmiyor elbette.
Ama esas yadırgadığım nokta, Metin Balcı’yı bölüme alabilmek için uğraşan, Türkiye’de faşistlerce öldürülen ilk öğretim üyesi olan Doç. Dr. Orhan Yavuz cinayetinden(1) söz etmemesi. Evet, cinayet sırasında yurtdışında olabilir ama geri döndüğünde, onun kurduğu bölümde çalışırken, ondan söz etmemesi inanılır gibi değil. Belki de devletin kitabını basmasının bedeli bu? Kim bilir?
Devletin neden bastığını anlamadığım kitaplar da var. Örneğin, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türkiye Okuma Kültürü Haritası. Kitapta yayın tarihi yok ama internetten öğrendiğime göre 2011 Nisan ayında basılmış. Kitap 26 ilden 6212 kişiyle yapılan görüşmenin verilerini içeriyor. Bir kere yanıtların doğru olduğunu düşünmüyorum. Örneğin, “özel sektör yöneticileri ve öğrencilerin boş zamanlarını okuyarak değerlendirdiği, internetin okumayı olumsuz etkilemediği, halkımızın yüzde 84’ünün korsan kitabı tercih etmediği, yılda ortalama 7.2 kitap okuduğu” gibi sonuçlar bana inandırıcı gelmedi. Açık söyleyeyim, bu sonuçların profesörler için bile geçerli olmadığını rahatlıkla iddia ederim. Hadi diyelim doğru, bu verileri Bakanlık ciddiye alıp, kullanmış mı acaba? Zaten TÜİK’in yenilerde yaptığı bir araştırmaya göre 15 yaş üstü nüfusun yüzde 69’u son bir yılda hiç kitap okumamış.(2) Bence kitapta ciddiye alınabilecek tek bir cümle var: “Okuma, içinde bulunduğumuz çağda nitelikli bir yaşamın en önemli aracıdır”. Eh bu cümleyi de ben aktardığıma göre artık Türkiye Okuma Kültürü Haritası’na gereksiniminiz yok demektir.
Böyle dedim ama meğerse ben başıma gelecekleri bilmiyormuşum, beterin beteri varmış: Ombudsman Üniversitelilerle Buluşuyor. TBMM’ye bağlı Kamu Denetçiliği Kurumu’nun yayınladığı bu iki ciltlik kitapta Başdenetçi Şeref Malkoç’un üniversitelere yaptığı ziyaretler ve verdiği konferanslar özetlenmiş. Kitabın şöyle bir izlencesi var: Önce iki, üç sayfada kent tanıtılıyor ama kendi içerisinde bir düzeni yok. Örneğin, Giresun anlatılırken, Yağlıdere ilçesi nüfusunun yüzde 90’ına yakınının ABD’de yaşadığı belirtilirken, Konya’da kent isminin ‘İkan’ sözcüğünden geldiği anlatılıyor; başka bir ilde kayak tesislerinden, bir diğerinde yöresel mutfaktan söz ediliyor. Sonra çok kısa (yarım sayfa kadar) üniversite anlatılıyor. Burada da bir düzen yok; kiminde öğrenci, kiminde enstitü sayısı verilmesi gibi. Sonra başdenetçinin konuşmasından ana başlıklar aktarılıyor. Birbirinin benzeri konuşmalar doğal olarak ve özetle Malkoç, “biz halkın ücretsiz avukatıyız, bize başvurun” diyor. Arada ilginç sözleri de var: “Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde bir kişinin ismi (Seyfullah) vali olmaya uygun değil diye ataması yapılmadı”, “Başbakan Necmettin Erbakan’a Genelkurmay koridorlarında bir astsubaya omuz attırıldı”, “Türkiye büyüdükçe dünya huzura kavuşacak”, “Türkiye huzur ve barışını Osmanlı’dan aldığı birikimle kuruyor”, “İnsan hakları konusunda önemli mesafe aldık”. Durum bu. Kamu kaynaklarıyla nasıl böyle bir kitap basılır anlamıyorum. Şeref Malkoç Refah, Fazilet, Saadet, Has Parti ve AKP’de üst düzey görevler üstlenmiş, yani çizgisi belli. Ancak bu ona gereksiz masraf hakkı vermemeli. Bence bu kitap içerisindeki çok sayıda, baskı kalitesi yüksek fotoğraflar nedeniyle Malkoç’a albüm olabilir o kadar; daha fazlası değil.
Yakın zamana dek ‘kitaptan tasarruf olmaz derdim’. Sanırım bu yargımı gözden geçirmem gerekiyor. Ama devlet bunu özellikle, halkı kitaptan soğutmak için yapıyorsa, onu bilemem.
(1) https://gazetemanifesto.com/2022/orhan-yavuz-cinayeti-492495/