Devlet, hükümet, piyasa, AKP ve sonrası...

Dikkat çekicidir: Sosyalistler ne zamandır devletle değil, hükümetle ilgilidir. Mevcut hükümetin devlet olmaya çalışmasıyla ilgili değildir sadece bu  ilgi “kayması”. Hükümetle devlet arasında ilişki değişir ama, aralarında her zaman bir fark vardır, olacaktır da. Açıkça teorik, ideolojik bir ilgi kaymasıdır bu. İstenirse, buna teorik geri çekilme de denebilir. Bu türden geri çekilme, pratikteki zayıflığa da yol açmıştır elbette. 

AKP’nin on yılı geçen hükümet dönemi, kendisi açısından oldukça verimli geçmiştir. Bu hükümet, bir anlamda kendi İhvancı “devriminin” giriş ve gelişme bölümünü gerçekleştirdi bile. Son yıllarda da, nihayete ilerlemek istiyor. Hep 2023 Hedefi deyip durmalarının nedeni zaten budur. Kendi İhvancı devrimlerini güya 2023’te gerçekleştirip, yüz yılın intikamını alacaklar ve yeni Türkiye’yi kurmuş olacaklar!

Yapabilirler mi, yapamazlar! Bırakalım 2023’ü, 2015’, 2016’yı parçalanmadan geçirsinler, durumlarına şükrederler.  Bu parti hükümetinin devletleşme çabaları yoğundur, ama, devlet her zaman hükümeti içine alan, derinliği bulunan, uzun bir tarihsel sürece, tarihsel bir kurumsallaşma sürecine dayanır. AKP ise, yarın kaybedeceği yüzde ikilik oy nedeniyle bile sendelemeye başlar. 

Kimler geldi, kimler geçti sözü, öylesine bir söz değildir.

“Ama ya gitmez, zor ve hileye daha fazla başvurup, sonunda da tümüyle devlet haline gelirse peki” diye sorulacaktır. 

Diğer deyişle, TC, tümüyle AKP’nin parti devleti haline gelirse, ne olacak, diye sorulabilecektir.

AKP’nin bir parti devletine dönüşmesini beklemek, devleti, piyasayı, hakim sınıfları, fazla hafife almaktır.  

Geçen yazımızda belirttik, AKP de, kendisinden önce gelen güçlü partiler gibi, kişilere bağımlıdır. Daha şimdiden, Erdoğan’la partisi ve eski politikacı arkadaşları arasında sorunlar olduğu, bu sorunların gittikçe daha da artacağı görülüyor. Hükümete gelmeleriyle birlikte ve sonraki yıllarda rantını yedikleri uygun ekonomik “konjonktür” bitmek üzeredir. Düşük kur-yüksek faiz dönemi bitti bitecek. Küresel kredi genişlemesi durmak üzeredir. Dış politika, ki dış piyasa demekti aynı zamanda, fiyaskoyla birlikte duvara toslamıştır. AKP hükümeti ve Erdoğan’ın ne Orta Doğu’da, ne Avrupa’da, ne ABD’de dostları kaldı. Eski ortak Cemaat’in devreden çıkması da hükümet gücünde büyük bir zayıflamaya yol açmıştır. 

Elbette, o kadar da değil, bürokrasi, polis, yargı, üniversiteler, medya AKP’nin elindedir hala denecektir. İşte burada, yine hükümete değil, bütün olarak devlete, onun altındaki piyasaya, burjuva sivil topluma, sınıflara bakmalıyız. 

Devlet her şeyden önce ordudur, politik-bürokratik bir topluluktur. Bu topluluk tarih içinde oluşmuş kurumları çalıştırır. Bu kurumların içine giren “kişi”, tarihin yüküyle karşılaşır. Dışişleri Bakanlığı’na mı gittiniz, orada “Kıbrıs Masası” sizi beklemektedir. Ya da Ziraat Bankası’na kredi kartı borcunuzu ödemeye gittiniz. Mithat Paşa duvarda size bakar. 

Şimdi azaldı, uzunca süre “derin devlet” tartışması yapılmış bir ülkedir Türkiye. “Derin” denilen kısım, devletin “korkularını”*, “reflekslerini”, her türden “dosyasını”, “istihbaratını” anlatır. Yine Türkiye gibi bir devlette, “devletin sürekliliği” diye bir söz de vardır ve sıkça söylenir. Özetleyelim: Devletin derinliği, korkularıyla, kurumlarıyla, ideolojisiyle, tarihsel bir derinliktir. 

Devletin en önemli parçasıysa, malum, ordudur. Darbeler ve müdahaleler dönemi kapandı diye kimse düşünmüyor, umarız.  Kapanmış olsa bile, ordu her zaman acil durum kuvvetidir. Türkler, bir devleti yıkıp yenisini kurarken, özellikle bu kuvvete dayanmayı, tarihsel bir tecrübe olarak zaten biliyorlar.

Türkiye’de politikanın merkezine on yılı aşkındır AKP ve hükümetinin yerleşmesi, sosyalistleri bile hükümet merkezli düşünmeye sevketti. Devletteki, piyasadaki, sınıflardaki dönüşümden çok, AKP hükümetinin politikaları, söylemi, özellikle de Erdoğan’ın bizzat kişisel olarak yarattığı gündem merkeze alındı. AKP cami dedi, türban dedi, kürtaj dedi, imam hatip dedi, biz de, neticede “reaksiyoner” olarak, yaratılan gündemi benimseyip, “muhalefet” ettik. 

Bu gündemle gelen bu politikalara, bu söyleme elbette muhalefet edilmeliydi, bundan sonra da edilmelidir.

Ancak, devlet-piyasa-din arasında kendi bağlantımızı kurup yapabilirdik bu muhalefeti. Gündemin yerine başka gündem koymaya çalışabilirdik. Sayısız örnek ve öneri yazılabilir. AKP her “İmam Hatip” dediğinde, bu okulların müfredatını, mezunlarının nerelerde ne iş yaptığını esas gündem maddesi yapabilir, devlet memuru din adamı olur mu, bunu daha fazla gündeme getirebilirdik. AKP her “din” dediğinde, “ticareti, zenginliği niye bu kadar seviyorsunuz” diye, yoksullarla aralarındaki ideolojik bağlantıyı kesmeye çalışabilirdik. AKP her “28 Şubat”, her “mağduruz” dediğinde, ordu-din ilişkisini, bizzat kendileriyle ilişkilerini, daha fazla gündeme getirebilirdik... 

“Çalıyorlar ama çalışıyorlar” ifadesinin arkasında bir “bilinç”, “tecrübe” vardır. Bu, Türkiye’de dinle ahlakın ilişkili görülmediğini, dinin ve inancın ahlaktan koparak piyasa ve zenginlik övgüsüne dönüştüğünü gösteriyordu. Türkiye insanı hem dindar hem zengin insanı seviyor, ona öykünüyordu. Ahlak tartışması sadece insani ve kişisel düzeye hapsolmuştu. Zaten İslam, günahı da, sevabı da “kişisel” düzeyde tanımlayıp, ilahi muhasebenin de kişiler düzeyinde yapılacağını söylemekteydi.

Erdoğan ve AKP, tıpkı Özal ve partisi gibi, ahlakı değil, dindarlığı, yoksulluğu değil, zenginliği göstermektedir. 

Ama biz ne yaptık? Dinin içinin boşalıp ritüeller toplamı haline gelmesini, dinin ahlakla bağlantısının o kadar da önemli olmadığını, önemli olanın din ve dindarlık olduğunu es geçerek, soyut bir “laiklik” mücadelesine giriştik. Konu laiklik değil, bizzat dindi, piyasaydı, oysa! 

AKP bir hükümetti, hem dindarı, hem piyasayı mutlu ediyordu. Mutlu olmak, dindar ve zengin olmaktır! Bunu söylüyordu. 

Hükümete bakarken hep, devleti onun yerine koyarak, devleti de anlama ve eleştiri konusu olmaktan ne yazık ki çıkarttık. Bırakalım yirminci yüzyılı, Marks’ın 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü sırasında yaptığı çözümlemeler “akademik” ilgi alanı olarak kalmıştır. İlk dönemde Marks devleti hakim sınıfın “aracı” olarak görür. İkinci dönemde, bu “araç” kavrayışını daha da netleştirir, genişletir.  Bu “araç” hakim sınıfın oluşması, gelişmesi ve iktidarı alması sırasında, onun ihtiyaç ve sorunlarına göre gelişmiş, biçimlenmiştir, der. (Bu nedenle de, işçi sınıfının işine yaramayacağı tespitiyle, “ele geçirildiğinde”, hemen tahrip edilmelidir diye önerir. Malum bu teori Lenin ve sonrasının Marksistleri tarafından daha da geliştirilmiştir.” İkili iktidar” kavramından, “hegemonya” kavramına, devletin yapısal “özerkliği” kavramından, “ideolojik aygıtlara”...). 

AKP , okuyucuya sadece anımsatmak isteriz, yüz elli yıl içinde oluşmuş, yaklaşık yüz yıl önce de burjuva devriminin ikinci aşamasıyla Cumhuriyete dönüşmüş, kapitalist bir “devletin” 13 yılına “hükümet” etmektedir. Ancak, Cumhuriyet’e birlikte tasfiye edilen İslamcı-Osmanlıcı bir ideolojiyi, İhvancılıkla takviye ederek, çok özel bir “konjonktürde” hükümet olmuştur. Sadece bir hükümettir, ve özel bir konjonktürün içinde yükselmiştir. Ama, hem hükümet olma özelliklerini kaybetmeye başlamış, hem de hükümete gelip devam ettiğinde yararlandığı konjonktürün değişmekte olduğunu görmüştür. İdeolojisindeki zayıflama, kurduğu blokun çatlamaya başlaması, ekonomiyi tekrar hızlandıramaması, gidici olduğunun kanıtlarının başında geliyor.

AKP’nin Ordu’ya yaptığı saldırı, tahribat da, mutlaka bu kurumun hafızasındadır. Benzer hafıza, yargıda, eğitimde, meslek örgütlerinde, üniversitelerde, medyada da bulunuyor. 

AKP daha ileriye gidemez mi peki, diye sorulacaktır. Gitmek isteyecek, istiyor, ama, hangi araçlarla, hangi ideolojiyle, hangi kadrolarla, hangi örgütlerle? Daha önemlisi, Erdoğan’ı “devlet” ve “piyasa”, “diğer devletler”, daha fazla taşıyabilir mi? İçeride ve dışarıda, bu kadar “eleştiri”, bu kadar “hoşnutsuzluk”, bu kadar “muhalefet” birikmişken!

AKP bir hükümetti, bir partiydi, bir lideri vardı... Sanılanın aksine hiç bir zaman ideolojik üstünlük, hegemonya da kuramadı. Bir araç olan devletin bir aracıydı, piyasayı uzunca süre “mutlu” etti, dindarları da. 

Giderken beraberinde pek çok şeyi götürecektir. Ama, devlet ve piyasa, hakim sınıflar olduğu gibi kalacaktır.  Giderken yanında onları da götürmesi için, muhalefetin, eleştirinin, AKP sonrasını düşünerek, sabırla, bizzat devlete, piyasaya ve hakim sınıflara yönlendirilmesi gereklidir. 

Bu yazıyı okuyanlara, “zaten gideceklermiş” düşüncesi bırakmak istemeyiz. 

Zaman konusunda kehanette bulunmak risklidir. Haziran 2015 seçimleriyle birlikte sadece hükümet olma değil, AKP’ye liderlik bunalımı da çıkacaktır. Piyasanın bunalımı, dış politika bunalımı da eklenmeli. “Haziran” türü “bunalımlar” ise, zaten büyük olasılıktır. 

***

Özetin özeti: Kapitalist devlette, hükümete kimse kazık çakamaz! Çaktırmazlar da! Hele AKP’ye hiç! 

Önemli olan sonrasıdır...

Not: Derin devlet konusunda kullanılan “korku” kavramı Süleyman Demirel’in verdiği bir röportajda bulunmaktadır: “S.Demirel: Derin devlet, sadece devletin bazı kurumlarından ibarete değil. Soru: Başka ne var? S. Demirel: Korku. Soru: Ne korkusu? S. Demirel: Çökme korkusu. Bu korku derin devletin kökünde yatar..” (Hakan Türk, 2008, Ergenekon Nedir?, Akademi Programcılık Reklam, Film Yapım ve Yayın Pazarlama Aş., İstanbul, s 109)