Ülkemizin tarihinde bazı seçimler kesin kopuşlara ve yeni başlangıçlara neden oldu. Bazı durumlarda seçim sandığı geçmişin sandukasıydı; yeni bir egemenlik tanımı oluşturdu, farklı bir iktidar kadrosunu yönetime getirdi. Kesintilere yol açan askeri darbeler ise büyük sıçramalar sağlayarak sandıkla gelemeyecek olanları iktidara getirdi, aksi halde asla gerçekleşmeyecek iktisat politikalarını uygulattı; memlekette ilerici, yurtsever, devrimci ne varsa yok edip en gerici ve işbirlikçi güçlere yol verdi. Emperyalizmin dikte ettirdiği yasalarla yeni sandıklar kuruldu, yeni seçimler yapıldı.
Dönüm noktası niteliğinde iki seçim ve bir referandumdan söz edebiliriz. 1950 seçimleriyle ülke geçmişinden koptu; kamuculuktan, halkçılıktan, bağımsızlıktan vazgeçti; 2002 seçimleriyle açılan yolda piyasacı bir ümmet toplumuna doğru evrildi; 2010 referandumuyla yargı, bağımsızlığını kaybetti ve iktidar, kuvvetler ayrımının kaldırılmasını, başkanlık sisteminin getirilmesini alenen tartıştırmaya başladı.
Önümüzdeki seçimi, bugüne kadar yapılanlardan daha önemli hale getiren, oluşacak parlamentonun yeni bir anayasa yapacak olmasıdır. Kurucu olmayan, temsili bir meclisin anayasa yapması görülmüş şey değildir; ama yapacaklar. Bu yeni anayasada yer alacağı kesin olan bir şey varsa, o da AB “yerel yönetimler özerklik şart”ıyla ilgili düzenlemelerdir. Bu konuda iktidar ile ana muhalefet partisi arasında görüş ayrılığı yok. Kılıçdaroğlu, partisinin 18. Olağanüstü Kongre’sinde “CHP’nin iktidar olması halinde Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartını kabul edeceğim” dedi.
Böylece HDP barajı ne yaparsa yapsın, özerkliğin genel çerçevesine kendi “radikal özerlik” programını sığdırabilecek ve önceki hükümetlerin Şart’ın 7. ve 10. maddelerine koyduğu şerhleri hızla aşındırarak çerçeveyi genişletebilecektir. Nitekim Demirtaş, daha Eylül 2011’de, BDP’nin 2. Olağan Kongresi’nde temsili demokrasinin büyük sorunlara yol açtığını söylemiş ve “Bu nedenle, Demokratik Özerklik olarak tanımladığımız yönetim ve toplumsal örgütlenme modelini ulaşabildiğimiz her yerde inşa etmeliyiz” demiştir. Gene Demirtaş, Şubat 2014’te, genel seçimlerden sonra “demokratik özerklik” inşa edeceklerini ilan etmiştir: “Seçimlerden sonra sadece fuar ya da kültür merkezi inşa etmeyeceğiz. Asıl inşa edilecek şey demokratik özerkliktir. (…) Devleti beklemek zorunda değiliz. AKP’nin insafını beklemek zorunda değiliz. İşte BDP’li belediyeler bunu hayata geçirecek.”
Demek ki seçimlerden sonra, HDP’nin barajı geçip geçmemesinden bağımsız olarak, bir fiili “demokratik özerklik” uygulaması olacak. Yeni Anayasa’nın bu yönde hükümler içermesi halinde Türkiye’nin idari yapısı geri dönüşü olmayan biçimde değiştirilecek. Yeni idari yapıya en uygun sistemin başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi olduğunu söyleyen siyasilerin ve hukukçuların sesi yükselmeye başlayacak. Türkiye gibi kritik bir ülkede güçlü bir muhatap, fakat parçalanmış ve zayıf bir toplumsal yapı isteyen düvel-i muazzama’nın gerek yerel özerkliğe, gerekse başkanlık sistemine destek vereceği kesindir.
Öte yanda, Obama’nın her sözünü, mesela en son Ermeni meselesi için kullandığı “büyük felaket” terimini papağan gibi tekrarlayarak “I have a dream” tarzında Martin Luther King tripleri atan, Kemal Derviş aracılığıyla emperyalizmin merkezlerine güvenceler veren “Dersimli” Kemal’in, yeni Anayasa’da laiklik konusunda yapılacak eksiltmelere itiraz etmesi de düşünülemez. Zaten partisinin arazisini en gerici ittifaklara uygun biçimde hazırladı, kadrosunu ona göre seçti; diğerlerini tasfiye etti.
“İki kurucu halk ya da ulus” denilerek “Türkiyelilik” kavramının yeni anayasaya sokulması, çok büyük tarihsel oluşumları, mesela uzun iç savaşların ardından varılabilecek barış antlaşmalarını vs gerektirdiği için muhtemelen şimdilik kaydıyla ertelenecek.
Özetle, bu seçimlerden çıkacak her türlü sonuç, yurttaşın müşteriye, ulusun ümmete, rejimin diktatörlüğe dönüşmesi yönünde daha ileri bir evreye geçilmesini sağlayacak; Kemalizm, laiklik ve “eşit yurttaşlık” yasal olarak, “kadın hakları” ise fiilen seçim sandukasının içine konularak tarihe gömülecektir. Böylece siyaset bilimi, AKP’nin manevraları ve medya manipülasyonları, CHP’nin ABD’ye tam bağımlılığı ve aymazlığı, Kürt kardeşlerimizin ve onların peşine takılan sosyalist arkadaşlarımızın etnik hakların savunulmasını devrimcilik sanması sayesinde, “demokratik diktatörlük” denebilecek yeni bir kavrama kavuşmuş olacaktır.
Bunun nasıl mümkün olabileceğini anlamak için, 2002’den bu yana AKP’nin kurduğu ittifaklarla ve “bir adım geri iki adım ileri” taktiğiyle yaptıklarını gözden geçirmek, oluşturduğu maddi altyapı üzerinde düşünmek yeterlidir. Bu süreci engelleyebilecek yegâne güç, kendi hayat tarzını, laisizmi ve Cumhuriyeti savunan, mafyatik olarak örgütlenmiş özerk gettoların içine sıkışıp kalmak istemeyen halkın sandukadan çıkacak sonucu reddederek ayaklarıyla oy vermesidir.