Demokrasi konulu bütün yazılar “demos” (halk) ve “kratos” (iktidar) sözcüklerinin açıklanmasıyla başlar; ardından, kavrama yaklaşan ve ondan uzaklaşan muhtelif tarihsel örnekler üzerinde durulur. Konu Türkiye’ye gelince de “kusurlu/kesintili/ayıplı” gibi sıfatlar kullanılır.
Tarihçi Eric Hobsbawm, yanlış hatırlamıyorsam Kısa Yirminci Yüzyıl adlı kitabında, demokrasinin insanlık tarihinin aslında çok kısa bir dönemini kapsadığını; bu kısa dönem çıkarılırsa, geriye kanlı boğuşmalar, iç ve dış savaşlar, baskıcı yönetimler, devrimler ve karşı-devrimlerden başka bir şey kalmayacağını söyler.
Demokrasi olayının konjonktüre bağlı boyutları da var. Mesela, Nikolay Dimitriyeviç Kondratyev ünlü “uzun dalgalar” teorisiyle, dünya ekonomisinde meydana gelen daralma ve genişleme (depresyon ve ısınma) dönemlerini saptamış, çeşitli Marksist kuramcılara (mesela Ernest Mandel) çok verimli bir araç sağlamıştır. Tarihçiler de konuyla ilgilenmişler, demokrasinin genişleme ve daralma dönemleriyle bu dalgalar arasında bağlantı kurmaya çalışmışlardır.
Dünya çapında yaşanan askeri hareketlilikle bu dalgalar arasında bağlantı kurmak, daralma dönemlerinde hareketliliğin arttığını, genişleme dönemlerinde azaldığını söylemek de mümkündür.
Aslında bu demokrasi, dalgalar ve askeri hareketlilik konusunu aklıma getiren, Cumhurbaşkanımızın Saray’ından çıkıp Letonya’ya gitmesi oldu. Bu Baltık ülkesine seyahat neden icap etmiş olabilir?
Bilindiği gibi Letonya, komşu Estonya ve Litvanya’yla birlikte 1918’de Brest-Litovsk anlaşmasıyla Sovyetler Birliği’nin etki alanının dışına çıkmış, II. Dünya savaşından sonra Letonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olmuş; Duvar yıkılınca AB’ye girmiş, NATO üyesi olmuş vs. Sovyetler Birliği döneminde Baltık Denizi’ne limanı olan bu üç ülkenin stratejik önemi çok büyüktü. Sıcak denizlere açılan Sivastopol ve soğuk denizlere açılan Riga limanları stratejik olarak birbirini tamamlıyordu.
Ukrayna krizi nedeniyle ABD yakın zamanda Letonya’ya asker sevk etti: 20 Abrahams tankı, Bradley ve Stryker tipi zırhlı araçlar ve 700 asker. Amerikalı bir askeri yetkili, Soğuk Savaş’tan sonra ilk kez tank birliklerinin Atlantik’in öteki tarafına gönderildiğini açıkladı. Kırım’ın kuzeyindeki vekâlet savaşlarının ve Karadeniz’deki NATO tatbikatının ardından Letonya’ya yapılan asker sevkiyatı ABD’nin Rusya’yı çevreleme/containment taktiğinde yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor.
Bu koşullarda RTE’nin bu ülkeye davet edilmesi, Rusya’yı çevreleme taktiğinde Türkiye’nin bir kart olarak öne sürüldüğünü; başka deyişle, Türkiye’nin NATO üyeliğinin ABD tarafından Rusya’nın gözüne sokulduğunu gösterir; iki ülke arasındaki ilişkileri germe siyasetinin bir evresidir. Önümüzdeki günlerde Rusya Karadeniz’de tatbikat yapar, uçaklarıyla hava sahasını yine ihlal eder ya da Gümrü’deki 102. Rus askeri üssünü yine alarma geçirirse bundan emin olabiliriz.
RTE, esnek bir politikacı (hatta fazla esnek, bazen kopuyor!). Riga’dan Rusya’ya gösterilen NATO bayrağının altında ABD’nin yönlendirmesiyle poz verirken, ABD’nin PYD/YPG’ye yaptığı silah yardımı için şöyle dedi: “Türkiye bu işe olumlu bakmıyor. Türkiye’ye rağmen Amerika bu işi yapmıştır.” Muhtemelen, ABD’nin Kürtlere verdiği desteğe ve Jandarma’yı İçişleri Bakanlığı’na bağlama girişimine çok bozulan TSK’yi, onunla aynı fikirdeymiş gibi görünerek yatıştırmaya çalışıyor.
Letonya’dan sonra gittiği Estonya’dan dönerken daha kuvvetli sözler etti. “Obama’nın tavrı tasvip edilemez,”dedi. Türkiye sınırında “Tuzak kuran üst akıl var,” diye ekledi. “Üst akıl” dediği şeyin kendisini Barzani’yle iyice yakınlaştırarak Devlet’in kırmızı çizgilerini sildirdiğini; “Açılım”a aşırı gaz vererek, hatta onu şart koşarak PKK’nin savaşı Türkiye’nin içlerine yayabilmesi için gerekli ortamı bizzat kendisine hazırlattığını ve nihayet “hakikat anı”nın geldiğini fark etmiş olabilir mi? Bilemeyiz. Sadece Allah akıl fikir ve zihin açıklığı versin diyebiliriz. “Alt akıl” olmak çok zor.
Hükümetin içeriye dönük söylemiyle dışarıya yönelik uygulaması her zaman farklı ve bütün siyasi hamleleri örtülü oldu. Fakat şu kritik dönemde ABD’nin bölgesel ve küresel stratejilerine uygun davranması halinde kendi tabanını bile kısa sürede kaybedecek ve biriken öfkeyle yüz yüze gelecek. İçerideki potansiyel öfkeyi yatıştırıp tabanını genişleterek ABD’yle pazarlık yapma şansı da yok. Üstelik vaziyete hâkim değil. Buna rağmen, küçük başefendinin “restorasyon”; büyüğünün ise “yeni sosyoloji” dediği şeyi de yeni uygulamalarla sürdürmeye çalışıyor.
Yükselen dalganın tepesine çıkarak iktidara gelmişlerdi, dalganın en dip noktasında gidecekleri anlaşılıyor. Bu gidişi, “demos” mu, yoksa farklı bir “kratos” mu sağlayacak?