Dayatma, tehdit ve baharı karşılama

Bu kez, AKP iktidarının yerelde ve genelde siyasal dayatmalarından söz etmeyeceğim. Ama, o siyasal dayatmaları tamamlayan ekonomik ve sosyal alandaki dayatmaların bütünleyiciliğini unutmadan, yarattığı tahribat ve dönüştürücülüğünü görmek gerekir diye düşünüyorum.

Ne demeye getiriyorum ?

Takvimler, 24 Ocak 1980’ı gösterdiğinde, yeni bir Türkiye kurgusunun ilk adımı atılmış, neoliberal politikaların uygulanacağı, piyasacılığın geçer akçe olarak dayatılıp kabul ettirileceği dikensiz bir gül bahçesi yaratmak gerekiyordu. Bunu da, askeri bir faşist diktatörlük eliyle gerçekleştirmekten başka olanak yoktu. Öyle de yaptılar.

Söz konusu politikaların kentlerimiz ve insanlarımıza, dolayısıyla yaşamımıza nasıl etki ettiğini ve ne tür izler bıraktığını görmeye devam ediyoruz.

Yeni Türkiye dedikleri bu projede, en azından bizim yaşadığımız kentte insan odaklı yaşam projeleri hiç düşünülmemekte, yerine sermaye ve kar odaklı projeler konulmak istenmekte, bunun için de her olanak değerlendirilmektedir.

Sanayinin kirlettiği, yaşanmaz hale getirdiği kentimizin geleceğini kurgulayan siyasal irade, uluslar arası sermayenin dayatmaları ve öncelikleri gereği, kentin gelecek 50 yılını da adeta insansız yaşanacak bir yermiş gibi planlıyor.

O yüzden, bugünlerde herkes aşağıdaki soruları yöneltiyor.

Nasıl bir kentte yaşıyoruz ?

Yaşam kalitemiz nedir ?

Yaşam aralığımız ne kadardır ?

Bu sorulara ‘’sağlıklı’’, ‘’yüksek’’ ve ‘’uzun’’ yanıtını vermek, yeni projeksiyonlara bakıldığında olası değil.

Yaşamak için aslında dünyanın en güzel olanaklarına (deniz, dağ ve tabiat gibi) sahip kentimiz, sanayinin ve kirletici diğer unsurların insafına terk edilmek zorunda olan bir coğrafya parçası gibi planlanıyor.

Hem de uzaklardan…

Denize olan kıyılarımız liman ve tersanelerle işgal ediliyor

Ulaşım olanakları dolayısıyla, kentin güney şeridinde devasa lojistik merkezleri kuruluyor,

Fabrikalar ise yaşam alanlarımızın tam ortasındaki varlığını koruyor ve yaşamı direkt olarak tehdit ediyor.

Daha ne olsun ki ?

Mevcut durumu gören ve kentin planlanmasını yeni bir şeymiş gibi böyle bir zemine oturtmak için elinden geleni esirgemeyen firmalar, piyasacı anlayışın taleplerine yanıt verecek sözde yeni projeler üretiyor.

İldeki limanları birbirine entegre eden ve bu yolla kapasiteyi artırmayı hedefleyen yeni projeksiyonda, kentin lojistik merkezi ile Organize Sanayi Bölgeleri’nce (OSB) doldurulması öngörülüyor.

Bu projeksiyon öngörü olmaktan çıkar gerçekleşme noktasına gelirse neler yitiririz ? Gerçekleşmezse neler yitiririz ?

İşte kar-zarar hesabını buna göre yapıp, öngörünün gerçekleşmesine yönelik planın kilometre taşları da buna göre örülmelidir.

Tabi, tüm bunların yapılmasında, bölge halkının rızası öncelikli veri tabanı oluşturmalıdır. Yani, öngörüler, kentin gelecek 50 yılına damga vuracaksa, halkın talepleri göz ardı edilemez.

Yoksa, halka rağmen, ülkeyi anonim şirket gibi yönetme anlayışının birebir kente indirgenmesiyle, kardan başka bir şey düşünmeyen zihniyetin yaşam alanlarımızı yok etme dayatmasına evet dememiz beklenemez.

************

Çok dikkat gerekiyor

Farkında olmadan H1N1 virüsüne yani domuz gribine yakalandığınızda, yaşamınız ciddi tehdit altına giriyor.

Sağlıkçılar, gribe yakalananların neredeyse yüzde 50’sinde H1N1 virüsü görüldüğünü söylüyor. Riskin yüksekliğine bakar mısınız…

Nefes alıp verirken solunum yolu ile bulaşan bu virüs, son günlerde 35 yaşında genç bir kadının yaşamını yitirmesiyle yeniden gündemimize girdi.

Bu ölüm ve sonrasında bir kadının daha aynı virüsten yaşamını yitirdiği söylentisi doğal olarak panik havası yarattı bir süre için. Ama, ikinci kadının akciğer rahatsızlığı sonucu hayatını kaybettiğinin açıklanması biraz olsun gönüllere su serpti de denilebilir.

Evet, bu yüzden çok dikkat gerekiyor. Uzmanların, grip vakalarının neredeyse yüzde 50’sinde H1N1 virüsüne rastlanıyor tespitini unutmadan, gerektiği gibi korunarak yaşamazsak, zaten bu kenti insansızlaştırmak için her yolu deneyenlerin ekmeğine yağ-bal sürmüş oluruz.

************

Baharı karşılama

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 2010'da Dünya Manevi Kültür Mirası Listesi 'ne dahil ettiği Nevruz (Newroz); ülkemizde de bayram olarak kutlanıyor, daha doğrusu kutlanılmak isteniyor.

Kürt mitolojisine göre Demirci Kawa Efsanesi'ne dayanan ve bahar ateşinin yakılması olarak bilinen Nevruz için, ülkenin her tarafında birbirinden farklı kutlamalar yapılmak zorunda kalınıyordu. Baharın gelişini karşılama sanki suçmuş gibi algılatılmaya çalışılıyordu.

Bu yılki kutlamalar ülkedeki gelişmeler açısından kritik bir eşik olarak da görülmektedir.

Bilindiği üzere, kutlamaların son 3 yılına ‘’barış ve çözüm süreci’’ damgasını vurdu. Ancak, yaşananlardan bağımsız olarak, şu süreç meselesinde bıkmadan söylemem gerektiğini düşündüğüm bir gerçek var.

Yurttaşlık yerine tebayı önemseyen, düşünmek yerine biat etmeyi benimseyen, kültürel altyapısını Osmanlıcılık üzerine kuran, emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşme taahhüdü dolayısıyla vazgeçilmez siyasal özne olarak kabul edilip sadece hükümet değil devletin kendisi olmasına uluslar arası sermaye tarafından olanak tanınan AKP ile yürütülen süreçten, halkların kardeşliğini örgütleyecek bir barış çıkması olanaksızdır.

Sözde süreci, kısa vadeli pragmatik siyasal çıkarları için kullanmakta sakınca görmeyip, yaşanan bunca olayın ardından ‘’Kürt sorunu mu var ki’’ diyerek ‘’ben istersem olur’’ mesajıyla önemli bir toplamı aşağılamaya çalışan zihniyetle silahların gölgesinde yürütülen diyalogdan daha fazla sömürü, diktatörlük rejimi elbisesinin halka uygun hale getirilmesi çıkar.

Baharı karşılarken, bu gerçekleri görmekten kaçınmayıp, gözlerimizi biraz daha açmak zorundayız. Her koşulda ‘’Nevruz kutlu olsun’’ ya da ‘’Nevruz ateşi hep yansın’’.

Bilinen haliyle, Newroz piroz be !..

[email protected]