Çöküş ve ötesi…
Ya, liberal-demokrat restorasyon “yel değirmeniyle” kavgaya girişilecek… Ya, siyaset alanı terk edilip, “sıramız bir gün gelir” diye vakit öldürülecek. Ya da, Saray’ın temeline kazma vurup, yeni merkez senaryoları alt üst edilecek. İşte, üçüncü ittifak bunun için gerekli. Kimse, halkı hiçe sayıp kendi oyununu kurmasın diye…
Doğan Ergün
Emareler, siyasi temsilciliğini AKP ve MHP’nin yaptığı Saray Rejimi’nin “çöküş dönemi”nde olduğuna işaret ediyor. Halkın karşı karşıya kaldığı büyük ekonomik yıkım, rejimin kamuoyu desteğini büyük ölçüde azalttı. Artık geri dönüşü çok zor bir noktaya varıldı.
Eskiden iktidara can suyu olabilen bölgesel dış politika, mezhepsel-etnik ayrıştırma, yeni ittifaklar ve “açılımlar” gibi kozların tamamı tükenmiş görünüyor.
Rejimin çöküşü, 2000’lerin başlarında Ecevit DSP’si ve meclisteki diğer partiler örneğindekine benzer şekilde bir anda ve tam bir yıkım olarak yaşanmıyor, belli ki öyle yaşanmayacak. AKP eliyle 20 yılda kurulan (belki halen tam da kurulamayan) yapının parçaları, yıllara yayılmış şekilde ağır ağır düşüyor. Ve artık nicelikteki değişim niteliksel bir dönüşümü anlatıyor. Nihayet, bir süreç olarak çöküşü tespit edebiliyoruz…
Düzen sahipleri için, rejimler, iktidarlar gelir geçer. Aslolan düzenin bekâsıdır. 1960-80 arası dönemden, emek hareketi ve sosyalizmin güçlenmesinin kendileri için nasıl bir belaya yol açabileceğini öğrendiler. Elbette 1980 öncesinde de ama esas olarak darbeden sonra siyasal İslam’ı nasıl işlevlendirebileceklerini deneyimlediler. Kürt meselesinde savaşın süreklileşmesinin ekmeğini yediler. Kamuculuk, eşitlik zaten lügatlarında yoktu; laiklik, özgürlük, adalet, demokrasi gibi kavramların kırıntısı yetecekmiş, 20 yılda fazlasıyla gördüler.
Bu çöküşün ardı, bir temiz sayfa, bir yeni temel atma, bir taze başlangıç olsun isteniyor mu? Düzen bunu ister mi? Sermaye düzeni, yalnız devrimlerden bir an önce kurtulmak ister.
İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm, Fransız Devrimi’nin iki yüzüncü yılı vesilesiyle yayımladığı “Echoes of Marseillaise” (Marseillaise’in Yankıları) adlı kitabında, Fransa’da sermaye sınıfının 1789’dan sonraki tarihinin, devrimden kaçış tarihi olduğunu anlatır.
Bunların düzeni, devrimden kaçar; karşı-devrimden istifade etmek ister. Emekten, eşitlikten, özgürlükten, demokrasiden, adaletten, laiklikten korkar; gerici olan ne varsa koruyup kollamayı arzu eder.
Yerli-yabancı patronuyla, asker-sivil bürokratıyla, çetesi-mafyasıyla düzenin sahipleri şimdi Saray’dan kurtarabildiklerini kâr sayıp, gerisini halkın tahammül sınırlarına çekecek şekilde yamamak istiyor.
Memlekette kendini öyle addeden kaldı mı bilmiyorum ama liberal-demokrat ellerde şekillenecek bir restorasyonu mümkün gören varsa dün yanılmıştı, bugün de yanılıyor. Sermayenin Türkiye’si o gömleği istemediğini defalarca kanıtladı. Şimdi, çöküşün ötesine bakıyor ve kendine Akşener’inki kadar demokrat, Özdağ’ınki kadar barışçı, Babacan’ınki kadar kamucu, Davutoğlu’nunki kadar laik bir yol arıyor. Artık ne kadarı olursa… Geçici dengeleri kırmamaya çalışacak ama zorlayacak. Belki “bu seçimde olduğu kadar” diyecek, sonra yine ve yeni seçimlerle yüklenecek. Yeni merkez en “sağda” nasıl kurulabilir diye bakacak.
Solun, sosyalistlerin önünde ise birkaç seçenek var. Ya, liberal-demokrat restorasyon “yel değirmeniyle” kavgaya girişilecek… Ya, siyaset alanı terk edilip, “sıramız bir gün gelir” diye vakit öldürülecek. Ya da, Saray’ın temeline kazma vurup, yeni merkez senaryoları alt üst edilecek. İşte, üçüncü ittifak bunun için gerekli. Kimse, halkı hiçe sayıp kendi oyununu kurmasın diye…