Kazanım siyaseti - IV
Mücadeleyi halkın içerisine, devlet ve iktidar kurumlarının henüz kapatamadığı alanlara yani açık sahaya taşımayı öneriyoruz. En meşru ve toplumsal mevzileri koruyalım, oraya dönük tehdit ve saldırıları ifşa edelim ama bununla yetinmeyelim. İktidarın en gayrimeşru olabileceği, yeterince yığınak yapamadığı belki de öngörülebilir vadede yapamayacağı açık sahalara yerleşelim.
2023 Mayıs seçimlerinden sonra birkaç tespitte bulunmamız gerekiyor.
Birincisi; yüzünü sola dönmüş veya daha geniş bir topluluğu ifade edecek şekilde Saray’a sırtını dönmüş kesimler içerisinde en çok dikkate alınması gereken kaygı kendisini şu soruyla ifade ediyor: “Neyi değiştirebiliriz ki?” Bu soru öfkeden veya korkudan ziyade ve aslında daha kötüsü, çaresizliği ve mücadeleden uzaklaşmayı ima ediyor.
İkincisi; rejim kurumsal bakımdan yerleşme yolunda önemli adımlar attı ve RTE kendi fiziksel ömrü sona erse de, kurmakta olduğu iktidar modelinin devamlılığını sağlama alabilecek bir zaman kazandığını düşünüyor. Buradan çıkacak bir sonuç, ilerici-demokratik herhangi bir mücadelede, devlet uzantılı/bağlantılı herhangi bir kurumdan beklenti içine girmek, devlet kurumsallığı içerisinde şimdilik bir çatlak oluşmasını beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. Yani, örneğin geçmişte olduğu gibi, akademiden veya yargı kurumlarından, halkın mücadelesini destekleyebilecek, desteklemese de ön açıcı olabilecek bir tavır beklenmemelidir.
Üçüncüsü; Türkiye’de sola mal edilebilecek veya şu anki varlığını sola borçlu olan kurumsal mevziler yok denecek kadar azdır. Elbette emekten yana, ilerici, demokratik kazanım ve mevziler mevcuttur ancak bunlar da sol-sosyalist geleneğe daralmayacak kadar geniş, toplumsal bir koruma çeperine sahip oldukları için ayakta kalmayı sürdürüyorlar. Örnek olarak, demokratik siyaset alanındaki çeşitli kazanımlar, sendikalar, Anayasa’daki laiklik maddesi gibi unsurlar gösterilebilir. Ancak bu tür mevziler sol sayesinde ayakta değillerse de, solun direncinin kesilmesinin bunları da zaman içerisinde çok korunmasız hale getireceği söylenebilir.
Hiçbir tespit, tespit olsun diye yapılmaz, yapılmamalıdır. Aslolan tespitlerden hangi sonuçları çıkaracağınız ve somut durumda nasıl yol alacağınızı belirlemenizdir. Yukarıdaki tespitleri doğru kabul edersek, sol-sosyalist hareketin güncel siyasi yönünü belirlerken birçok yolun kapalı olduğunu ancak yine de değerli ve hedefe ulaştıracak kimi patikaların olduğunu söyleyebiliriz.
Önce kapalı yollardan başlayalım:
Başarısı, devlet kurumlarının inisiyatifine kalmış mücadele alanları veya konularına ilişkin büyük beklentiler içerisine girmek yılgınlığa neden olacaktır. Mahkeme koridorları veya devlet binaları bir süre daha en koyusundan gri renklerini korumaya devam eder.
Varımızı yoğumuzu yatırmanın gereksiz ve yanlış olacağı bir başka yol ise yalnız teşhire ve “İzin vermeyeceğiz” lafzına daralmış bir söz ve eylem çizgisidir. Bu tür bir tutum, yukarıda üçüncü olarak saydığımız ve geniş halk kesimlerinin (dönemsel) koruması altındaki mevziler için elbette gereklidir. En genel haliyle kamuculuğun, bağımsızlığın, kardeşliğin, demokratik kazanımların, laikliğin korunması ve bunlara dönük saldırıların teşhiri, sol siyaset açısından da kaçınılmazdır. Ancak az önce vurgulamaya çalıştığım gibi, sadece bu tür bir teşhir ve farkındalığa odaklanmak, en meşru halde bile olsa mevzileri kaybetmeme çağrısına gömülmek, onurumuzu kurtarsa da “Neyi değiştirebiliriz ki?” sorusunu sürekli yeniden üretme riskini beraberinde getirecektir. Hele, meşruiyet zemini daha dar, belki de sadece sol-sosyalist duyarlılığa hitap edecek “mevzileri” korumaya odaklanmak, bu kez sosyalist hareketin kadroları açısından da umudun yitirilmesine neden olabilir.
“Olumsuz olanı çok konuştuk, siz ne öneriyorsunuz?” denecektir. Denmelidir de… Mücadeleyi halkın içerisine, devlet ve iktidar kurumlarının henüz kapatamadığı alanlara yani açık sahaya taşımayı öneriyoruz. En meşru ve toplumsal mevzileri koruyalım, oraya dönük tehdit ve saldırıları ifşa edelim ama bununla yetinmeyelim. İktidarın en gayrimeşru olabileceği, yeterince yığınak yapamadığı belki de öngörülebilir vadede yapamayacağı açık sahalara yerleşelim. Mücadele nefes alsın, henüz temas edilmemiş kesimlere dokunsun, oralarda savunmaya değil noktasal kazanımlara odaklanalım.
“Kazanım siyaseti” kavramı işte bu noktada devreye giriyor.
Özellikle büyük kentlerde emekçilerin yaşadığı ekonomik kriz, yoksullaşma ve yoksunlaşma bu alanlardan biri olarak görülebilir. Sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri aşmak ve gerektiğinde yeni örgütlenme biçimleri yaratmaktan, işsizlikle mücadeleye, nitelikli emeğin yüz yüze olduğu yıkımı kısmi de olsa durduracak/yavaşlatacak kazanımlara, çalışan öğrencilerin ve emeklilerin uğradığı haksızlığa dur demeye kadar geniş bir alan bu…
Toplumun hemen her kesiminin isyan ettiği ekolojik yıkım ve bunun sağlık gibi, afetler gibi farklı görüngüleri de bir başka açık saha olarak değerlendirilebilir.
Çalışan kadınların yaşadığı sorunların en azından bir kısmına çare olmak, bir başka kazanım sahasıdır belki.
Sosyalist, halkçı belediyeleri yaratmak, belediye meclislerini halkın kürsüsü haline getirmektir belki bir diğeri…
Bu siyaset biçiminde, şimdilik, makro sorunlarla mı yoksa mikro sorunlarla mı uğraşacağımızı dert etmemiz gerekmiyor. Kazanmaya, kazanabileceğini ve değiştirilebileceğini göstermeye, şu ana kadar henüz temas edilememiş kesimlerle iletişim kurmaya odaklanmak daha doğru bir uğraş olacak. Ve en önemlisi, binlerce iş, sorun ve mücadele konusu içerisinde sadeleşmek gerekecek.
Eski bir Sovyet ezgisi, “Bize bir zafer gerek, herkes için bir zafer” diyordu. Sezen Aksu’nun şarkısı ise “yalandan, kocaman, rengârenk geçici oyuncak zaferler”den bahsediyor.
Bize ne herkes için, ne de oyuncak zaferler gerekiyor. Bize bugün, “Herkes için” kazanacağımız en büyük zaferin yolunu açma görevi düşüyor. Kazanabileceğimizi göstererek ilk adımı atabiliriz.