Çiğdem koyduk çocukların adını

Şişli Meydanı’nda üç kız

biri çiğdem biri nergis

vuruldular güpegündüz

sorarlar bir gün sorarlar...

 

Ruhi Su’nun bu unutulmaz türküsü “Sabahın bir sahibi var / Sorarlar bir gün sorarlar / Biter bu dertler, acılar / Sararlar bir gün sararlar” diye devam eder.

Çiğdem’in bir bahar günü, durakta otobüs beklerken açılan yaylım ateş sonucu öldürülmesinin üzerinden kırk iki yıl geçmiş. (*)

Dertler baki, acılar da öyle. Bitmeyen faşizmler ülkesinde yaralarımız bir türlü kabuk bağlayamadı. Ölüm her seferinde gelip bizi buldu ve biz toprağa verdiğimiz her sevgili varlığımızın ardından inatla hayata yeniden tutunduk.

1976 yılının Eylül ya da Ekim ayıydı. Öğrenim dönemi başlamış olmasına rağmen her gün çıkan olaylar nedeniyle okul kapalıydı. Lisede DEV-GENÇ’li olduğum için yükseköğrenim hakkı kazandığım okulumun devrimcileriyle irtibatlanmak zor olmamıştı. O gün yeni kiralanan okul derneğine temizliğe yardım için gitmiştim. Dernek Sıraselviler’de, eski Alman hastanesinin tam karşısındaki sokakta, cumbalı, dört katlı eski bir Rum evinin ikinci katındaydı. Bıçkınları, gece çalışan kadınlarıyla oldukça renkli hayata sahip bir sokak olduğu için “dışa dönük” temizliği biz erkekler üstlenmiştik. Pencereleri siliyordum. İç kısmı bitirmiş, dış camlara geçmiştim. “Cam öyle mi silinir, annen sana hiç cam sildirmedi mi” diyen sesin sahibini görebilmek için başımı çevirdiğimde karşılaştım Çiğdem’le. Yüzünde şaka mı yaptığı yoksa ciddi mi söylediği hemen anlaşılamayan bir gülümseme vardı. Bu, onu ilk görüşümdü. Kendisini son kez yine bir pencere arkasından görecektim; öldürüldüğü gün, okulun bahçesinde, ana kapıya doğru yürürken.

Galatasaray Mühendislik, Çağlayan’ı Şişli Meydanı’na bağlayan ana cadde üzerinde konuşlanmış, içinde makina, kimya ve inşaat mühendislik bölümlerinin yer aldığı, İstanbul Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’ne (İDMMA) bağlı bir yüksek okuldu. Şişli MHP binasına çok yakındı. Okmeydanı, Kağıthane, Çağlayan ve Çeliktepe çıkışlarını bir yüksük ağzı gibi kapatıyordu. Bu stratejik konumu onu faşist saldırıların odağı haline getirmişti. Okulun önde gelen devrimcileri hem okul içinde hem de dışında hedef durumundaydı. 1975 yılının Aralık ayında, Şişli Meydanı’nda, Cezmi Yılmaz ve Halil Pelitözü’nün öldürülmesiyle birlikte yoğunlaşan saldırılar, okulu açık çatışma alanı haline getirmişti. Benim üniversiteyi kazandığım yıl, sivil faşist-polis işbirliğiyle organize edilen saldırıların dorukta olduğu yıldı. Okul üç gün açık oluyorsa bir hafta kapalı kalıyordu. İnatçı ve inançlı devrimcilerdik. Ne kurulan pusular, atılan bombalar ne de her kavga sonrası “Merasim Birliği” denilen seçme polislerin tekmeleri copları bizi yolumuzdan döndüremedi. 1977 yılının ilk aylarında verdiğimiz mücadele semeresini vermiş, faşist saldırıların durduğu nispeten sakin bir döneme geçmiştik. Faşistler artık polis korumasında okula gelebiliyordu. Ancak bu, bizi okula gelen yollarda saldırıya hepten açık hale getirmişti. Faşistlerin dışarıdan yapılacak saldırılarla bizi yıldırmaya çalışacaklarının farkındaydık. O yüzden okula Taksim Gezi Parkı önündeki durakta toplanarak hep birlikte gidiyor, çıkarken de güvenlik alarak hep birlikte çıkıyorduk.

Nisan ayının son günleriydi. O gün nöbetçi bendim. Aralarında Çiğdem’in de olduğu bir grup arkadaşı ana kapıdan çıkarken görünce, beklemelerini, daha sonra birlikte çıkacağımızı söyledim. İşleri olduğunu söyleyerek bahçe kapısına doğru yöneldiler. Gayriihtiyari olarak başımı çevirip okulun üst katlarıyla aynı hizadan geçen ve ilk bakışta bitişikmiş izlenimini veren çevre yoluna baktım. Görünürde bir şey yoktu. Başımı tekrar bahçeye doğru çevirdiğimde arkadaşların kapıdan çıkmak üzere olduğunu gördüm.

Aradan kısa ama uzun, sonsuzluk kadar uzun bir zaman geçti. Belli belirsiz duyulan silah sesleriyle irkildim. İhtimal vermek istemedim ama beş dakika geçmemişti ki, Çiğdem’le birlikte çıkan arkadaşlardan biri “Arkadaşları vurdular, yaralılar var” diyerek telaşla kapıdan içeri girdi. “Eyvah” diyerek dışarı fırladım. Otobüs durağına geldiğimde vurulan arkadaşların Şişli Etfal Hastanesi’ne götürüldüğünü öğrendim. Ağır dayaktan geçirildiğimiz bir gözaltı sonrası götürüldüğümüz bir hastaneydi Şişli Etfal. Az çok nasıl gidileceğini biliyordum. Hastaneye vardığımda Mehlika’nın yarasının hafif olduğunu, Şükran’ın ağır yaralı olarak ameliyata alındığını, kurtulma ihtimalinin olduğunu söylediler. “Çiğdem” dedim, “peki ya Çiğdem”. Suskunluk her şeyi anlatıyordu. Çiğdem artık yoktu!

Şişli’den Sıraselviler’e uzanan yolu koşarak gittiğimi hatırlıyorum. Dernekte bulunanlara durumu anlattığımı, ailesine haber verilmesi için görevlendirme yaptığımızı ve cenazeyle ilgili Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’ndan arkadaşlarla görüştüğümüzü hatırlıyorum. Ertesi gün Çiğdem’i son yolculuğuna uğurlamak için sınıfta yaptığım konuşmayı, okulu boşaltarak binlerce kişiyle birlikte cenazeyi kaldırışımızı hatırlıyorum. Kadın yoldaşlarının en önde onun resmini taşıyarak yürüdüğünü, onlardan biri olan Gürcan Özgür’ün yıllar sonra bir çatışmada öldürüldüğünü, yine kortejde saf tutan arkadaşlarımızdan Ahmet Aytaç’ı, Ali Erkılıç’ı, Fevzi Azırcı’yı ve Cuma Oruç’u faşist saldırılar sonucu kaybettiğimizi hatırlıyorum.

Üç gün sonrası da aklımda. Acımız henüz çok tazeyken katıldığımız 1 Mayıs, kalabalığı tarayan namlular, kaybettiğimiz 37 can ve sonrası: 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi, Bahçelievler, Balgat ve Piyangotepe Katliamları.

Şimdi geriye dönüp baktığımda nasıl bir çağ yangınının ortasından geçtiğimizi, Ruhi Su’nun o besteyi yaparken neler hissettiğini, sorulacak hesabı ve hesabı soracak olanlarla şafak vakti arasındaki ilişkiyi ve çocuklarımıza neden “Çiğdem” adını verdiğimizi daha iyi anlayabiliyorum.

Şişli ve Taksim Meydanı, baharın ılık esintisini taşıyan çiçekler ve hayatı yeniden üreten işçiler “sabahın bir sahibi var” türküsünde buluşmuş, Çiğdem, yarım kalmış bir sevdanın öznesi olarak binlerce devrimcinin hafızasına kazınmıştı.

Mahsus mahal yıllarından, uzayan sürgünlerden sonra bir araya geldiğimizde birbirinden habersiz olarak birçok arkadaşın çocuklarına Çiğdem adını verdiğini gördük. Sonra sonra Çiğdem’i hiç tanımamış başka devrimcilerin de çocuklarına, yeğenlerine Çiğdem adını vermiş olduklarını fark ettik.

Adanmışlıkla karakterize olan bir devrimci zamanın çağrısı, usulca “ben buradayım” demiş ve adını alan çocukların şahsında Çiğdem saflığa, devrime, sabahın sahibi olanlara gönderilen bir selam olarak tezahür etmişti.

Çocuklar büyüdüler. Bir başka zamandayız şimdi.

Yine bir 1 Mayıs öncesinde adı Mahir, adı Deniz, adı Devrim olan çocuklarla birlikte düşler ülkesinin penceresinden ufka bakıyoruz.

Devrimle Çiğdem yer değiştiriyor.

Hatırlıyorum:

Çiğdem koymuştuk çocukların adını. Çünkü Çiğdem, düşlerimizin devrime değdiği bir evvel zamandı.

Dipnot

(*) Bu yazı, 28 Nisan 2019 tarihinde Birgün gazetesinde yayımlanmıştır.