Bugün sona eren Muharrem orucu nedeniyle AKP kurmaylarının “Alevi aşkı” son günlerde bir kez daha depreşti. “AK Saray”da adı bu yıl “muharrem aşı” olsa da basında ve konuşmalarda “iftar” kavramı yine öndeydi… Camilerde, bazı otellerde “Kerbela” ve “Hüseyin” gibi kavramlar, Diyanetin Sünnileşmiş bir Alevilik yaratmak için hazırladığı Alevi-Bektaşi klasiklerinden "Besmele Tefsiri" ve Ahmet Özhan'ın sesinden "Kerbela" albümü armağanlarıyla iç içe geçti… Bir türlü açılamasa da bir kez daha “yeni bir açılımdan” bahsedilmeye başlandı… Bütün bu gelişmeler içinde şaşmayan hedef bu yıl da aynıydı: Ne yapıp edip, Alevileri devletin arka bahçesine çekmek! Sünnilik içinde “ehlileştirmek”!
ALEVİLERE DON BİÇEN BİÇENE…
İşin doğrusu bazen güzel laflar da ediyorlar. “Kerbeladan ibret alalım” gibi bazıları kulağa çok da hoş geliyor. Ama lafı dolaştırıp duruyorlar, bir türlü asıl meseleye gelmiyorlar! Oysa ellerini tutan yok. Engel de… Üstelik mecliste grubu olan diğer partiler de “değişiklik için desteğe hazırız” diyorlar.
Baksanıza, “elbette ne Yavuz'u unutur, ne de İsmail'e yüz çeviririz” diyen Bahçeli ile MHP bile topa girdi. “Cem de bizimdir, semah da bizimdir. Camii de bizim, Cemevi de bizimdir” diyen Bahçeli, “bu konuda hariçten gazel okumaya gerek yoktur” dese de hemen arkasından kafasındaki Alevi profilini çizmeyi de ihmal etmedi: “Alevi kardeşlerimiz, Alevi İslam inancı dairesinde sadece inançlarının, kültürel miras ve geleneklerinin doğrultusunda yaşamak istemektedir.”
“Torba yasa” yapıp istedikleri yasayı anında geçirenler konu Alevilik olunca, Cemevi olunca oyalanıp durmayı tercih ediyorlar! Bu oyalanmayı da kendi yalanlarıyla beslemeyi ihmal etmiyorlar… Bu yalan, bazen “Alisiz Alevilik” oluyor, bazen de ”Alevilerin kendi aralarında anlaşamamaları” oluyor… Bazen de başka bir şey… Nasıl olsa ortada bir “açılım” lafı dolaşıp durmaya devam ediyor…
CEMEVİ CAMİYLE AYNI AYARDA DEĞİL!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakan Davutoğlu’nun, Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in bu kadar laf kalabalığı yapmalarının ancak arkasından sorunu çözmeye yanaşmamalarının asıl nedeni laik ve demokrat olmamalarından, eşitliği reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımların pratikte kilitlendiği ana başlık ise, Cemevi’ni bir ibadethane olarak görmemektir! Cemevi’ni, cami, mescit gibi “o ayarda” bir inanç merkezi olarak saymamaktır. Aleviler, 'cemevi ibadethanemizdir' dedikçe, bunların da sürekli olarak 'cemevi caminin alternatifi değildir' diye döne dolaşa anlatmaları boşuna değildir…
Cemevi’ne bir türlü ibadethane diyemeyen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, “Cemevini bir Mevlevihane gibi, Bektaşi dergâhları gibi birer niyaz evi, içinde Allah’ın zikredildiği mekânlar olarak biliyorum. Cemevlerini caminin karşısında camiye alternatif farklı bir dinin mabedi gibi görmek mümkün değildir” demesi boşuna değildir!
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, “Türkiye'de kimileri cemeviyle camiyi birbirinin karşısına dikmeye çalışıyor; bu fevkalade yanlıştır; cemevi caminin alternatifi değildir, cami de cemevinin alternatifi değildir” demesi de…
Şimdi dönüp gerçeğe bakalım!
YALANLARIN BAŞI SONU YOK!
Devlet erkanının döne dolaşa dile getirdiği “Cemevi caminin alternatifi değildir” söylemi büyük bir demogojidir! Tıpkı “bin yıllık kardeşlik” gibi… “Etle tırnak gibiyiz” söylemi gibi…
Davutoğlu’nun, Afyon’da “Aleviler, Sünni kardeşlerimiz gibi bu toprakların asli vatandaşlarısınız. Size kimse ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapamaz. Kim aramıza fitne sokmak isterse omuz omuza durmalıyız. Ortak tarih bilincini harekete geçirmeliyiz” demesi gibi…
Ya da Erdoğan’ın “bu ülkede nefes alıp veren hem Alevi, hem Sünni kardeşlerime tam bir samimiyetle sesleniyorum: Acılarımız ortak, kıblemiz ortak, kitabımız ortak, Ehl-i Beyt'imiz ortak” demesi gibi…
Bunların hepsi koca birer yalan: Bin yıllık kardeşlik; Acıların ortak oluşu; Kıblemizin ortak oluşu; Alevilerin asli vatandaş olması… Hele hele “ortak tarih bilinci” söylemi tam bir felaket. Neresinden tutsan elinde kalır…
Bırakın uzak geçmişi: Kerbela’yı, Nesimi’yi, Bedreddin’i, Şah İsmail’i, Kalender Çelebi’yi, Pir Sultan’ı, Vaka-i Hayriye’yi… Yakın geçmişe daha düne, önceki güne dönüp baksak tablo belli: Maraş’a gidip, 1978 katliamını lanetleyeceğine “ben Sünni’yim Kılıçdaroğlu Alevi” diyen ve meydanlarda Alevileri yuhalatan sanki onlar değil! Cemevlerine “ucube” diyenler de…Üçüncü “Yavuz Sultan Selim” adını veren de… Sivas katliamı sanıklarını savunan avukatları, milletvekili, bakan, müdür yapan da… Gezi’yi bir “Alevi ayaklanması” olarak gösteren, Berkin Elvan’ı da her fırsatta “terörist” olarak gösteren de… Alevi çocuklarına Sünniliğin öğretildiği zorunlu din dersini reva gören de… Sonra da gelsin, eşitlik, kardeşlik ve ortak tarih yalanları!
HER İNANÇ DİĞERİNİN ALTERNATİFİDİR!
Demogoji ve yalan giderek ezbere, ezber de zamanla genel kabul gören, itiraz edilemeyen, kanıksanan bir durum yaratır! Bir süre sonra söylenenlere sen de inanmaya başlarsın! Yalan birden gerçekmiş gibi olur. Yapılmak istenen tam da budur! “Cemevi caminin alternatifi değildir” söylemi tam da böyle bir söylemdir.
Birçok kişinin söylediğinin tersine aslında her inanç bir diğerinin alternatifidir. Eğer bir inanç bir diğer inancın alternatifi değilse asla var olma şansı bulamaz. Yaşayamaz! Kaldı ki; Eğer bir inanç bir diğer inancın alternatifi değilse, bu kadar din ve inanç neden var?
İnançlar birbirinin alternatifi olunca, onlara ait ibadethaneler de fiili olarak birbirinin alternatifi olur. Bu anlamıyla örneğin Cemevi caminin alternatifidir. Kilise’nin de Havra’nın da… Karşı taraftan baktığımızda da aynı gerçeklik geçerlidir! Yani Cami, Cemevi’nin de, Kilise’nin de alternatifidir! Yoksa niye “en son dinin mabedi” olsun…
Bırakın farklı dinlerin ve inançların birbirinin alternatifi olmasını, dini veya inanç topluluklarının kendi içlerindeki tarikatlar bile fiili olarak birbirinin alternatifidir. Bundan dolayı, örneğin Almanya’da “İslam’ın ortak mabedi olan cami” her İslami tarikatın ve siyasi eğilimin “kendine özgü camisi”ne döner! Süleymancıların, Nurcuların, Kaplancıların camileri birbirinden farklıdır. Diyanetin camileri de… Biri ötekine gidip namaz bile kılmaz! İtirazı olan varsa, lütfen dönsün ve Almanya’daki bir tanıdığına sorsun! Bu gerçek Hristiyanlıkta ayrı ayrı Kilisleri olan Ortodokslar, Protestanlar, ve Katolikler için de geçerlidir…
ÖTEKİ BANA BENZESİN!
Türkiye’de “Allah'ın bildiğini kuldan saklama” alışkanlığı bir toplumsal geleneğe dönüştüğü için hep gerçeklerden kaçılır. Herkes birbirine gerçek hayatla hiçbir alakası olmayan hoşgörü edebiyatı yapıp durur! Örneğin, Türkiye her fırsatta diyaloğun ve hoşgörünün merkezi yapılır. Ancak gerçek hiç de böyle değildir. Sokakta yaşanan çok renklilik, sıra bu renkliliğin karar mekanizmalarında temsiline geldiğinde İslamın yeşiline dönüşerek tekleşir. Aleviler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri “marketing” için yalnızca birer “çeşni” olurlar… Çünkü siyasal sistem “tek bir inanç” üzerine şekillenmiştir ve bu tek inancın adı Sünniliktir. Sünnilik ise ısrarla ve bilinçli olarak büyük bir İslam şemsiyesi olarak pazarlanır ve diğer bütün farklı yorumlar ve yollar da bu şemsiyenin bir parçası olarak sunulur. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir Cumhuriyettir. Bu nedenle Türkiye “yüzde 99’u Müslüman” bir ülke olarak tarif edilir. Başta Aleviler olmak üzere kimsenin bu “yüzde 99”luk büyük daireden çıkmasına izin verilmez! Gerçekler gizlenir. Eşitlik her fırsatta reddedilir. Her şey, ötekinin kendisine benzemesi üzerine kurgulanır. Asla kimsenin kendisi olması istenmez! “Ev sahibi ve misafir ilişkisi” bu yüzden ısrarla korunmak istenir! Bir asli olanlar vardır, bir de olmayanlar!
Hoşgörü sosuna batırılarak “gerçek ve eşit” diye sunulan her şeyde çoğunluğun görüşünü veya çoğunluğun inancını kabullenme zorunlu bir ön kabule dönüşür. Sistemin kimyasını bozmak istemezler. Bilirler ki; Cemevi bir ibadethane olarak kabul edildiğinde sistemin DNA’sı da değişir. Bilirler ki; inançlar arasında eşitlik olunca, karar mekanizmalarında da, devletin ve kamunun her türlü olanağının paylaşımında da Alevi Sünni eşitliği olur, bu yüzden ısrarla bundan uzak durulur. Bu yüzden Cemevine ibadethane dememek için kırk dereden su getirirler. Çünkü çoğunluk için aslolan her zaman azınlığın asimile olarak kendine benzemesidir.
HERKES KENDİSİ OLMALI!
Kardeşlik de, barış da bir niyet sorunu değil, bir sistem sorunudur! Bu sistemin sihirli kelimesi de eşitliktir! Yasalar önünde ve günlük hayatta eşit olmadan, söylenen her şey yalandır! Siyasal İslam’dan bu ülke de demokrasi ve özgürlük isteyen hiç kimseye yarar gelmez. Alevilere ise hiç ama hiç gelmez!
Aleviler kendilerini kandırmaktan da ihsan beklemekten de artık vazgeçmelidir. Eşitlik ve eşit ilişkiler, asla mağduru oynamakla, zavallı görünerek, camiyle yan yana gözükmeye çalışarak ve bolca hoşgörü lafı ederek asla sağlanmaz! Devlet erkanına şirin gözükmek için “Mihman Ali’dir” sözünün arkasına saklanarak da hiçbir sorun çözülemez…
Eşitlik, dini devletin kurumsal kimliği dışına itmeden, devletin asli işini “dünyevi işler” yapmadan, laikliği uygulamadan sağlamak mümkün değildir!
Alevi kurumları ve dedeleri “Saray'ın ilk konukları Aleviler oldu” zavallılığını da “Mihman Ali” demogojisini de reddetmeli, öncelikle kendileri olmalıdır! Kendisi olabilen Aleviler, Cumhurbaşkanıyla, Başbakanla, ilgili bakanlarla Alevilerin talepleri için yan yana gelmeleri, “müzakere” yapmaları daha kolay olur, elleri güçlenir!