Edebiyat tarihimizin en parlak zihinlerinden biri olan Sabahattin Ali’nin ölümü, öldürüm biçimi tartışmalıdır.
Resmi tarih anlatıcılarına göre Ali, “milliyetçi duyguları galeyana gelen” bir insan kaçakçısı tarafından öldürülmüştür.(1)
Bu satırların yazarına göre ise Sabahattin Ali cinayeti ilk faili meçhullerdendir. Ali, devletin karanlık güçlerince işlenmiş bir “siyasi katl” yitiğidir.
Söz konusu kanaat yıllar sonra gelen bir itirafa ya da yeni bulunan bir belgeye dayanmıyor. Sabahattin Ali’nin tarihin belli bir anında - olası sonuçlarını bilerek - ceberut bir iktidara karşı duran hayatı bize bunu söylüyor.
Bu yazı özelinde; Sabahattin Ali’nin ölümünü hazırlayan sürecin son birkaç yılına odaklanılacak ve yanı sıra devletin unutturma pratiğine kimi sol çevrelerin yaptığı katkının neden ve niçiniyle ilgili yanıt üretilmeye çalışılacaktır.
ATSIZ MECMUA'DAN RESİMLİ AY'A, DAĞLAR VE RÜZGÂR'DAN İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN'A
Sabahattin Ali, hayatının son yirmi yılına çok sayıda şiir, öykü ve roman sığdırmış üretken bir yazardır.
Yazı hayatına şiirle başlamıştır. İlk kitabı olan Dağlar ve Rüzgar’da yer alan şiirler ağırlıkla ‘70’den sonra değişik müzisyenler tarafından bestelenmiştir.(2)
Ali’nin edebiyat mahfilleriyle buluşmasının ilk adreslerinden biri Nihal Atsız yönetimindeki “Atsız Mecmua” diğeriyse Nâzım Hikmet’in yazı işleri müdürlüğünü yaptığı “Resimli Ay”dır. Zamanla Atsız’la ilişkisi “İçimizdeki Şeytan” romanındaki Turancılık eleştirisinin de etkisiyle mahkemelik olmaya doğru evrilirken Türkçenin büyük şairiyle olan ilişkisi Nâzım’ın mahpusluk sürecinde de devam etmiştir.
Nâzım’ın ve birçok muhalifin hapishaneye atıldığı 1940’lı yıllar; Cevdet Kudret’in anlatımıyla “Korkunç bir baskının egemen olduğu, evlerin basılıp arandığı, piyasada satılan kitapların dahi alınıp ‘çuval çuval zararlı evrak bulunmuştur’ diye gazetelerde haber yayınlatıldığı tehlikeli bir dönem”dir.(3) Buna rağmen aydın kesiminde alttan alta akan bir itiraz, arayış vardır. Dost evlerindeki gizli buluşmalarda, Nâzım’ın Bursa Kal’asından dışarıya gönderdiği, mavi pelur kağıdına yazılmış şiirleri yüksek sesle okuyanlardan biri de Sabahattin Ali’dir.
İkinci Dünya savaşı bitmiş ama ülke “örfi idare” ile yönetilmeye devam etmektedir. Mevcut iktidar hem özgürlüklerden dem vurmakta hem de kendisini eleştirenlere karşı gözaltı ve yargılamalar yoluyla baskı uygulamaya devam etmektedir. Ülke bir yol ayrımındadır. Sabahattin Ali, safını “zincirli hürriyet” istemeyenlerden yana belirler. “Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi” diyerek bir adım öne çıkar ve bunun bedelini işsiz kalarak öder. Bu bilinçli bir tercihtir.
“Neden siyasi hayata atıldığı”yla ilgili Hasan Ali Yücel’e bir mektup yazar.(4) Bu mektup sonrası gelişmeler, yazarın giderek “siyasallaştığı”, onu trajik ölümüne kadar götürecek bir olaylar zinciri olarak yaşanır.
BİR MUHALEFET ODAĞI OLARAK MARKOPAŞA
Memlekete ve kendisine dayatılan cendereyi kabul etmek istemeyen Sabahattin Ali, Aziz Nesin’le birlikte Markopaşa adlı bir mizah gazetesi çıkartır. Mevcut düzeni iğneli bir dille hicveden yazılar çölde vaha etkisi yaratır. Gazetenin altı binle başlayan baskı sayısı yayımlanan her yeni sayıda artarak altmış bine varan rakamlara ulaşır. Siyasi muhaliflerin tutuklandığı, biat etmeyenlerin işinden ekmeğinden olduğu bir ortamda Markopaşa ve devamı niteliğindeki dergiler başlıca muhalefet odağı haline gelir.
Sabahattin Ali sadece edebî yapıtlarıyla değil politik yazılarıyla da beğeni toplayan, çok okunan tehlikeli bir yazardır artık. Markopaşa’nın dört ayrı sayısında yayınlanan yazılar nedeniyle hakkında dört ayrı dava açılır. Yazıların üçü aslında başka kişilere aittir. Sabahattin Ali soruşturmada bu kişilerin ismini vermez, yazıları üstlenir. Üç ay mahpus yattıktan sonra serbest bırakılır. Sonra bir başka yazısı nedeniyle hakkında tekrar tutuklama kararı verilip tutuklanır ve ilk duruşmada yine serbest bırakılır. Ardından bir başka dava açılır. Davalar ve davalara bağlı belirsizlikler birbirini izler. Baskının şiddeti günden güne artmaktadır.
Aslında bu, merkezinde Sabahattin Ali’nin yer aldığı siyasi bir sürek avıdır.
SIRÇA KÖŞK: KIRK HARAMİLERE ÇEKİLEN KILIÇ!
Sabahattin Ali baskılara rağmen geri adım atmaz. Politik yazılarındaki kararlılığını edebi yazılarına da taşır. Gerçekleri daha etkili bir şekilde aktaracağını düşünerek masallar yazar. Mevcut iktidarın halka yabancılaşmış bir çıkar grubuna dönüştüğünü alegorik bir tarzda hicvettiği “Sırça Köşk” masalı güçlü ve sert göndermeler içermektedir. Sabiha Sertel, yazarı “Sabahattin, sen bu hikâyeyi basarsan sırça köşke karşı ilk fırlatılmış baş senin başın olur” diye uyarır. Sabahattin Ali’nin yanıtı: “Varsın sırça köşke karşı ilk atılan benim başım olsun” olur.(5)
Süreç, Sabiha Sertel’in öngörülerine uygun bir biçimde seyreder. Bu masalla birlikte toplumsal yergi içeren diğer masallarının ve son öykülerinin içinde yer aldığı Sırça Köşk kitabı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır.
Yurtdışına çıkmak ister; pasaport talebi geri çevrilir. Bunalmıştır. Markopaşa’nın devamı niteliğindeki Ali Baba’nın 25 Kasım 1947 tarihli ilk sayısında yer alan, “Namuslu olmak ne zor şeymiş” diye başlayan yazısında içinde bulunduğu ruh halinin da etkisiyle şöyle yazacaktır:
“Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Halk hikâyelerini çok iyi bilen ve yer yer bunlardan yararlanan Sabahattin Ali, bazı hikâyelerinde yaptığı gibi bu kez de gazete için seçtiği “Ali Baba” ismiyle özdeşleşen bir pratik sergileyecek, baskılara rağmen sözünü esirgemeyecektir.
Direşken, haksızlığa tahammül edemeyen mizacı ve yoksulların, kıyıya köşeye itilmişlerin, ezilmişlerin hayatlarına odaklanan incelikli ve cesur kalemi onu karanlık koşullardaki trajik ölümüne doğru sürükleyecektir.
“Kırk Haramiler”e kılıç çekmiş, fincancı katırlarını ürkütmüştür.
Siyasi sürek avı, 1948 yılında, nisan ayının ilk günlerinde sona erer. Bize bu toprakları, bu toprakların insanlarını, içinde sayısız hayatlar barındıran güçlü bir edebiyatla anlatan bu büyük anlatıcı zalim eller tarafından vahşice katledilir.
Sabahattin Ali’nin gövde bütünlüğünü yitirmiş cesedi, öldürülüşünden birkaç ay sonra haziran ortalarında, Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında Öksüz Çatağı denilen mevkide bir çoban tarafından tesadüfen bulunacaktır.
Yapayalnızdır; geceleri yıldızların, gündüzleri güneşin altında yıkanan cesedin ayakları çıplaktır.
MEZARSIZ ÖLÜ
Sabahattin Ali’nin naaşı, halâ beden bütünlüğünün tamamlanmasını bekliyor.
Otopsi için alınan cenazesi, ailesine teslim edilmedi. Nereye defnedildiği bilinmiyor. Devletin tüm kurum ve yetkilileriyle ısrarla karanlıkta bıraktığı bir katl, bir cinayet Sabahattin Ali cinayeti.
İktidarın o dönemki propaganda aygıtları, mahkeme süresi boyunca, Bulgaristan’a geçmek isteyen “ünlü yazar”ın, kaçakçılık şebekeleriyle ilişkili eski bir sabıkalı olan Ali Ertekin tarafından “milliyetçi hislerinin galeyana gelmesi sonucunda” öldürüldüğü bilgisini yaydılar. Karanlıkta bırakılan tüm benzer vakalarda olduğu gibi, ışığın üzerine tutulduğu “katil” birkaç yıl sonra serbest bırakıldı.
Sonraki yıllarda, değişen iktidarlara rağmen Sabahattin Ali’nin yazgısı değişmedi. Bir korku halesiyle çevrelenen ismi ve eserleri unutulmaya terk edildi. 1965 yılına kadar kitapları basıl(a)madı.(6)
Sabahattin Ali, kendisini yaşadığı topluma karşı sorumlu hisseden bir aydındı. Komünist değildi. Bilindik komünist ya da sosyalist örgütlerden birine de mensup değildi. Dünyaya soldan bakan çok etkili bir kalem, yazdıklarıyla iktidarı sarsan, çok okunan bir yazardı. Muhalif bir aydın olarak öne çıkmasının bedelini canıyla, kanıyla ödedi.
Hunharca katledilmesi, kitaplarının uzun yıllar yasaklı kategorisinde kalması bir devlet politikasıdır. Sorumlusu devlettir ve esas olarak hesap vermesi gereken de devlettir ancak sorumluluk bahsinde devlet yalnız değildir. Sabahattin Ali’nin sonraki kuşaklarla geç buluşmasında sol sosyalist kesim tarafından da uzun yıllar görmezden gelinmesinin rolü vardır; bu, tartışılmayı hak eder bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
Sabahattin Ali’nin unutturulmasına yönelik “hızar”ın çift taraflı işlediğini söylemek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Devlet, “komünist (muhalif) aydın” öcüsü ve akıbetine ilişkin iki çarpıcı örnek üzerinden; birini “vatan haini” ilan edip sürgünde ölüme mahkûm ederek, diğerini ise fiilen yok etmek suretiyle yaygın bir korkuyu örgütlerken sol kamuoyu ve bir kısım aydın da edebiyatımızda çığır açmış bu büyük yazara ilgisiz kalarak unutturulma pratiğine katkıda bulunmuştur.
Kendini komünist addeden mahfiller, “komünist” ve “örgütlü” olmadığı, daha da vahimi kendi örgütlerinden olmadığı için Sabahattin Ali’yi görmezden gelirken bazı edebiyat “otoriteleri” de “hastalıklı bir karakter yapısına sahip olduğu” gibi kerameti kendinden menkul tespitlerle yazarlığını tartıya çekme gibi bir yola gidebilmişlerdir.
Ceberut bir iktidara karşı bazen tek başına, bazense kendisi gibi düşünenlerle birlikte karşı durmuş olan siyasi pratiğini, kişisel ve siyasi cesaretini yok sayacak şekilde yapılan öznel değerlendirmeler; onu yurt dışına çıkmaya zorlayan koşulları atlayarak hudut boyunda öldürülmesini “fevri”, kişisel yapısına bağlayan yaklaşımlar; susanlar, yıllar sonra “konuştuğunda” bile yine susanlar ve hiç kimsenin görmediğini gördüğünü sanarak mızrağın ucunu devletler arası gerilime doğru sivriltenler; ölümünü, “hür dünya” ile “demir perde ülkeleri” arasındaki propaganda savaşının sonuçlarına indirgeyenler v.b bu unutturma pratiğinin “ferî failleri” olarak değerlendirilmelidir.
Söylemekte beis yok, özellikle vurgulanmalı: Sabahattin Ali, sol siyasi ve kültürel çevrelerde sıkça rastlanan, sanatçıyı eserlerinin gücü ve temsil ettiği evrensel değerler üzerinden değil de, ağır bir öznellik içeren “bizden olan”a göre değerlendiren, belli bir küme ya da çevreye dahil olup olmamasına göre sahiplenen pratiğin görmezden geldiklerinden biridir.
Bugün Sabahattin Ali, memleketin en bilinen yazarlarındandır ama hangi Sabahattin Ali? Kürk Mantolu Madonna’nın yazarı mı yoksa Sırça Köşk’ün yazarı mı? Birincisiyle özdeşleşmiş bir Sabahattin Ali portresinin öne çıkmasında, dönemin özellikleri, yazardan ziyade kitaba odaklanan tanıtım biçimleri, okuyucu tercihleri kadar yazı hayatı boyunca “itilmiş, kakılmış hayatlar”ı anlatmış, onların dertlerini hikâyelerine taşımış bir yazara bakmayı unutan sol siyasi ve kültürel odakların da rolü vardır.
Sabahattin Ali, “edebiyatımızın yüzünü ağartan” büyük bir yazar olmanın ötesinde siyasete girmeyi bir “memleket vazifesi” olarak gören ve bunun gereklerini etkin bir şekilde yerine getiren politik bir figürdü.
Yaradır. Eksiktir.
Yakamızdan tutup sarsarak bizi yoksul ruhların hayatına çeken “bahtı düşmanından kötü” bu “muharrir”e, sırça köşk düzeninin aslında nasıl da kırılgan olduğunu büyük bir cesaretle ortaya koyan “kafası yangınlı” bu mezarsız “münevver”e borçluyuz.
Meskeni dağlar olan, kanatlarından vurulan şiir.
Edebiyat ve siyaset.
Görmezden gelmeye yol açan sınırlarımızı ortadan kaldırabildiğimizde Sabahattin Ali’nin siyasal ve edebî bütünlüğü de tamamlanmış olacak.
DİPNOTLAR
(1)Sabahattin Ali’nin ölüm tarihiyle ilgili kayıtlarda ağırlıklı olarak 2 Nisan tarihi verilir. Söz konusu tarih, onu en son gören birkaç kişinin ve cinayeti üstlenen Ali Ertekin’in ifadesinden hareketle oluşturulmuş bir tarihtir. İşkence edilerek öldürüldüğü var sayıldığında, ölüm tarihiyle ilgili, Nisan’ın ilk günlerine yönelik bir vurgulama daha doğru gözükmektedir.
(2)Edebiyatımızda öykücülüğü günümüz kültürel ortamında ise daha çok romancılığı ile tanınıp bilinen Sabahattin Ali’nin ilk göz ağrısı şiirdir. Benim de içinde yer aldığım ‘78 kuşağının onunla tanışması, şiiri ve şiirlerinden bestelenen şarkılar üzerindendir.
(3)Filiz Ali Laslo - Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, de Yayınevi, 1986, s. 398.
(4)Sabahattin Ali’nin dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e yazmış olduğu “Sayın Yücel” diye başlayan mektup şu şekilde devam eder: “Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. (...) Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.” (Hazırlayanlar: Nüket Esen-Nezihe Seyhan, Sabahattin Ali / Mahkemelerde, YKY, 2004, s. 95.)
(5)Filiz Ali Laslo - Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali, Cem Yayınevi, 1979, s. 272.
(6)Bu durum, mesafeli duruş, kitaplarının tekrar yayımlanmaya başladığı 1965 ve sonrasında da devam etmiş; sol yazar ve şairlerin kitaplarının üst üste baskı yaptığı 70’li yıllar boyunca da kayda değer bir değişiklik olmamıştır. Ne Varlık ne de Bilgi ve Cem Yayınevleri döneminde yazarın kitapları sular seller gibi satmamış, kitaplarının satış grafiğiyle ilgili “makûs talih”, yayım hakları YKY’ye geçtikten sonra değişmiştir. Bununla birlikte bu yeni süreçte de ölümünün üzerindeki sır perdesinin kaldırılmasına yönelik kayda değer bir girişim olmadığını belirtmek gerekir.