Bu ülkede artık savaş var.
Ve bu ülkenin edebiyatı diye bir şey varsa, o zaman bu savaşın da romanı yazılmalı. Bugün değilse bile, bir gün.
Çünkü bugüne kadar dünyada bütün savaşların romanları da yazıldı. Dahası, savaş gerçeğinin asıl romanlardan öğrenildiği de çok oldu.
Şimdi biz de artık bir savaşı yaşamaktayız ve bu yüzden ben, elbet bu savaşın da romanı yazılmalıdır, yazılacaktır diye düşünüyorum.
Gelgelelim buna kalkışacak bir yazarın işi gerçekten çok zor. Çünkü bütün sanat eserleri gibi, romanlar da – roman diye anılması isteniyorsa eğer – inandırıcı olmak zorunda. Bizim yaşadığımız savaş bağlamında ise bu çok zor. Çünkü her gün yaşadıklarımız, savaş olmasına savaş, ama genel bir açıdan bakıldığında gerçekliği neredeyse çok tartışmalı bir savaş.
Bir başka deyişle, bu ülkedeki savaşın gerçekliğini, yani savaş olduğunu okurlarına inandırıcı bir üslupla yansıtmak isteyen bir roman yazarının kendini bir anda gerçeküstücü olgularla karşı karşıya bulmaması olanaksız. O halde bu ülkedeki savaşın romanını yazmaya soyunacak yazarın ilk yapması gereken, bu gerçeküstücü veya gerçekötesi olguların gerçeğin ta kendisi olduğunu okurlarına iletebilmenin inandırıcı yollarını bulmak.
İşte bu, çok zor.
Örneğin ülkenin bir bölümünde her gün kentler bombalanırken, o ülkenin meclisinde görevli milletvekillerinin tek bir gün bile savaşın nasıl durdurulabileceğini gündemlerine almamaları, onun yerine meclisteki zamanlarını örneğin dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda sille tokat birbirlerine girerek harcamaları gerçeği, bir romanda nasıl gerçekçi ve inandırıcı betimlenebilir?
Ya da o ülkede mecliste temsil edilen muhalefet partilerinin milletvekillerinin kitleleri savaş karşıtı gösterilere teşvik etmek için alanları bir kez olsun doldurmamaları, hangi güçlü araçlarla gerçeğin ta kendisi diye sayfalara dökülebilir?
Ülkenin doğusundaki kentler her gün yağan bombaların altında birer harabeye dönerken ve terk edilirken, o ülkenin henüz bombalanmayan büyük kentlerinde TV ekranlarında her gün yabancı ülkelerdeki gökdelenlerin ve devasa parkların taklitlerinin birer ilerleme ve uygarlık simgesi olarak reklam amacıyla sergilenmesi, nasıl bir gerçeklik duygusu ile bağdaştırılabilir ?
Yazılı ve görsel basında yine her gün şehit cenazeleri ile görkemli düğünlerin ve ünlülerin ölçüsüz tatil harcamalarının görüntülerinin neredeyse yan yana veya alt alta sergilenmeleri, hangi sapkın gerçeklik duygusunun göstergesi sayılabilir?
Geçen yüzyılın dünya edebiyatının en büyüklerinden Avusturyalı yazar Robert Musil (1880-1942); başeseri “Niteliksiz Adam”ın bir yerinde, artık çökmekte olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun durumunu şu eşsiz söylemle dile getirir : “…artık devlet o hale gelmişti ki, her sabah yeni bir güne uyandığında hâlâ ayakta olduğuna kendisi bile şaşırıyordu!”
Nasıl, tanıdık geldi mi?