Bizim kahramanlarımız

Bundan 99 yıl önce bugün Türkiye Komünist Teşkilâtları’nın (TKT) ilk kongresi bitmek üzereydi. Bu kongre ile partinin ismi Türkiye Komünist Fırkası (TKF) oluyor ve Türkiye ve Rusya’da bulunan komünist gruplar TKF çatısı altında birleşiyordu. İstanbul’da ayrı bir örgütlenme içerisinde bulunan Şefik Hüsnü de bu kongreye temsilciler yollamış ve daha sonra Mustafa Suphilerle birlikte katledilecek olan Ethem Nejat partinin genel sekreterliğine getirilmişti. Bu tarih Türkiye’de sosyalist/komünist hareketin başlangıcı olarak kabul edilir.

O günden sonra Türkiye sosyalist tarihi üç ana döneme ayrılabilir diye düşünüyorum: Birincisi 1920-1960 arası Partili Dönem, yani TKP Dönemi; ikincisi 1960-1980 arası Gençlik Dönemi, ki Dev-Genç Dönemi de denilebilir; sonuncusu da 1980’den beri süren Kürt Siyasi Hareketi Dönemi. Bu dönemlemeyi diğerlerini etkileyen hatta belirleyen siyasi gücü belirterek yaptım, olumlamak için değil.  Elbette bu çok uzaktan bakış; yaklaştıkça ayrıntılara girmek, çok sayıda ara dönem saymak olası. Örneklemek gerekirse Atilla Akar’ın “Eski Tüfek” Sosyalistler isimli kitabında Rasih Nuri İleri, TKP Dönemi'ni, görece özgürlük dönemi (1919-1925); gizlilik dönemi (1925-1946); “yasal parti” dönemi (1946) ve tekrar gizlilik dönemi (1946 sonrası) olarak dörde ayırıyor ve sonra ilk dönemi kendi içerisinde tekrar üçe, ikinci dönemi de dörde ayırıyor. Demek istediğim, yakınlaştıkça farklar belirgin hale gelir ve yıl yıl, ay ay bölmeye kadar gider. Neyse ben kendi sınıflamama sadık kalacağım ama belki ikinci dönemin başına ayrı bir TİP dönemi düşünülebilir.

Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV); özellikle ilk dönemle ilgili çok değerli belgeler yayınlamaya devam ediyor. Türkiye İştirakiyûn Teşkilâtı ve Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi isimli kitaplarda Haziran - Eylül 1920 tarihleri arası TKP tarihinin tüm belgelerini bulmak olası. İlk kitap kongre hazırlıklarını, ikincisiyse kongreyi anlatıyor. Okuduktan sonra el altında bulundurulup, gerektiğinde tekrar tekrar dönülecek kitaplar bunlar. Görünen o ki parti gücünün çok ötesinde etkili; Van Valisi Mithat’ın “İnkılâbı yapanlar ve bu uğurda çalışanlar, memleketin selametini temin için komünizm esasatını maalmemnuniye kabul ve tatbik etmeyi arzu ediyorlar.” demesi, Kazım Karabekir’in Mustafa Suphi’ye yolladığı mektupta “Sevgili Yoldaş” diye hitap edip ve “Bolşevik nazariyatına hürmetkarım.” demesi ilginç oluyor. Üstelik aynı Kazım Karabekir’in Mustafa Suphilerin katledilmesindeki sorumluluğu bilinirken. “Eski Tüfek” Sosyalistler’den Komsomol Hasan şunu anlatıyor: “Bir gün Nazım Hikmet, Hilmi Kitabevinde Kazım Karabekir ile karşılaşıyor. Kitabevi sahibi birbirine tanıştırıyor bunları. Kazım Karabekir elini uzatınca Nazım, ‘Ben katillerin elini sıkmam.’ diyor”. İşte bu Karabekir’e bile yukarıdaki sözleri söyleten, partinin etkisi olsa gerek.

TKP henüz daha 1920’lerde Bakü’de bir parti okulu ve savaş esirlerinden bir Türk Kızıl Alayı kurmuştu. Ancak asıl amaç, partiyi bütün bu oluşumlarıyla birlikte Anadolu’ya taşımaktı. Evet Parti geldi ama önderlerini Karadeniz’in sularında bırakarak...

Düşünüyorum da bu insanlar olmasaydı bugünlerimizi de arardık. Korumaya çalıştığımız kazanımlar, okuduğumuz kitaplar, entelektüel düzeyimiz hep onlar sayesinde. Deyim yerindeyse, onların yüzü suyu hürmetine okuyoruz, yazıyoruz. Var olan düzenin alternatifi de olabileceğini söylemek, bunun için örgütlenmek ve bunu bulundukları coğrafyada ilk kez dillendirmek; az iş mi? Sosyalist birikimin kendisi bir okul işlevi gördü; haksızlığa karşı mücadele etme, her söyleneni kabul etmeme, doğru için ölümü göze alma, kısacası namuslu olma.

Metin Çulhaoğlu geçen yazısında kahramanları şöyle anlatıyordu: “Biraz cüretkâr bir genellemeyle, önceki çağların kahramanlarının romantik kişiler olduklarını söyleyebiliriz. Bu insanlar kendi içlerinde dışa fazla yansıtmadıkları gerilimler, çelişkiler yaşarlar.  Kimi zaman ince ve aşırı duyarlı, kimi zaman küstah hatta saldırgan olabilirler. Ama mutlaka ve mutlaka bir tür “yabancılaşma” içindedirler. Bir özellikleri, yeri geldiğinde “sonuna kadar gitmeyi” göze alabilmeleridir”.1 Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve diğerleri… Sonuna kadar gitmeyi bildiler; bu ülke poliste çözülmemek için dilini kesen komünistleri gördü… Bunun ötesi yok ki!

“Eski Tüfek” Sosyalistler kitabında Atilla Akar TKP’lileri şöyle değerlendiriyor: "Sosyalizme derin bir inanç ve bağlılık olduğunu gördüm… Bazıları ciddi fiziksel araz ve hastalıkları taşıyordu. Buna rağmen ‘sol memenin altındaki cevahiri’ koruyordu. Güçleri yettiğince ve dilleri döndüğünce çevrelerine inançlarını taşıyorlar."

Elbette eleştirileri de var “Eski Tüfek” Sosyalistler’in ama burada bu konuya çok girmeyeceğim ancak yeteri kadar incelemeden kişilerin parti üyesi yapılması sorununun değişmeden sürdüğünü fark etmek bana ilginç geldi. Sanırım Türkiye sağının hödüklüğü, insan değerlendirme ölçütlerini de bozuyor; ortanın sağını sosyal demokrat, sosyal demokratı sosyalist sanma eğilimimiz sürüyor; ağzı biraz laf yapan solcu sanılıyor, belki de iyi niyetten ama YÖK üyelerini solcu sananları, faşisti solcu sanıp dergisinde yazı yazdıranları, kongresinde konuşmacı yapanları gördüm; çok örnek verebilirim.

Yeniden eski tüfeklere dönecek olursak, Zehra Kosova’nın anılarından oluşan Ben İşçiyim kitabını okumanızı öneririm. Birçok edebiyatçıda bile göremediğim bir akıcılıkta aktarılıyor anılar. 1910 Kavala doğumlu, yaşamı önce mübadele sonrasında kırsalda geçmiş, sonra İstanbul’da işçi olarak çalışma, TKP’de örgütlenme sonrası Sovyetler Birliği’nde eğitim… Geri döndükten sonra polis sorgusu, işkence… 1930’lu yılları şöyle özetliyor: “Parayı kazanan köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri, vurguncular; işçiler ise fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan, işte o yılların durumu."

1960’dan sonra sosyalist tipolojide de değişiklikler olmaya başladı. Önceki dönemin emekçi ve gerçek anlamda aydınlarının yerini gençler almaya başladı. Elbette bu bir günde olmadığı gibi dediğim gibi, alt dönemlere ayırmak da olası. Gençliğin emperyalizme karşı bağımsızlıkçı tepkisi, kendilerini mücadelenin merkezine taşımıştı. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, düzenle sorunu olan, haksızlığa uğrayan herkes devrimci gençleri arıyor ve onları da yanında buluyordu. Topraksız köylüler, küçük üreticiler, gecekondu halkı, öğretmenler... Herkes! Dönemin panoramik bir özetini veren Dev-Genç savunması ekini 1960’lardan 1980’lere Gençlik ve Mücadelesi adıyla Engin Höke kitaplaştırmıştı. Bir dönemi buradan okumak mümkün ve okudukça olanların sağ-sol çatışması değil, bağımsızlık mücadelesi veren sosyalist gençlere yönelen faşist saldırı olduğu net olarak ortaya çıkıyor. Tek başına Yükseliş Olayı bile bu türden bir demagojinin geçersizliğini ortaya koymak için yeterli. Bir yüksek okulda art arda 17 devrimci öldürülüyorsa, öğrencilerin üzerine 4-5 kez bomba atılıyor, otomatik silahlarla taranıyorsa, burada bir çatışmadan değil; saldırı ve katliamdan söz edilebilir.

Bizum Cihan, Cihan Alptekin, bu döneme damgasını vuran kişilerden, Kızıldere’de katledilenlerden. Yaşamını okuyunca dürüstlüğün, fedakarlığın, insan sevgisinin ne boyutlara ulaşabileceğini gördüm. Onun kararlılığı, sanırım Maltepe Cezaevinden kaçışı olanaklı hale getirmişti. Üstelik cezaevinden THKO-THKP ortak kaçışı günümüzdeki solda birlik tartışmalarına açıklık getirecek nitelikte. Ben diyorum ki Türkiye devrimcileri gerekli olduğunda birleşir; Maltepe’de olduğu gibi, TKP’nin kuruluşundaki gibi. Bence henüz birlik sorunu yakıcı halde değil.   

Üçüncü döneme değinmeyeceğim çünkü henüz onu yaşıyoruz ama ikinci dönemin sonunda öldürülen İlhan Erdost’u anmak istiyorum. Sol ve Onur Yayınlarının emekçisi, abisi Muzaffer (İlhan) Erdost ile birlikte kurucusu. Marks’ın Kapital’ini, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini, Darvin’in İnsanın Türeyişi’ni, Einstein’in Fiziğin Evrimi’ni hep onun sayesinde okuduk. Ve bir gün Engels’in Doğanın Diyalektiği kitabını bastığı için gözaltına alınır, cezaevine götürüldüğü araç içerisinde askerler dövmeye başlar. Anlatması çok güç. “Sağ dizi üzerine çömelmiş, kolları sarkmış, başı öne düşmüş.. İlhan İlhan diye seslendiğimde...” Abisi böyle anlatıyor. Ne hazin değil mi? Onu döven askerlerden birinin ayağı kayıp, başını vurup ölse şehit olacaktı! İlhan Erdost’un katilleri hak ettikleri cezayı almadılar:

yeni bir soydandı yepyeni

kendi mezarında kendi açan bir güldü İlhan

sabah da kırmızı akşam da kırmızı

hep kırmızı kalacak solmadan               

                                            (Turgut Uyar)

Halâ öyle midir bilmiyorum; eskiden her yıl 7 Kasım’da, ölüm gününde, Sol ve Onur yayınları yüzde elli indirimli satılırdı. Ne diyeyim; o öldü, biz okuduk:

Yine el basacaksın kitaplara

Dostun, kardeşin, aydının el basacak

Bir şeyi hiç unutmayacak üniversiteli genç

Bedeli canla ödenmiştir elindeki kitabın 

                                              (Ahmet Telli)

Çok sıkı bir geçmişimiz var: Zehra Kosova işkencelere direnmeseydi, tütün işçileri arasında sosyalizmi yaymasaydı; Cihan Alptekin “Bağımsız Türkiye” diye haykırmasıydı, gençliği bu yolda harekete geçirmeseydi; İlhan Erdost onca kitabı basmasaydı, on binler bu uğurda mücadele etmeseydi, ne ben bu yazıları yazabilirdim, ne de siz okuyabilirdiniz.  Değeri bilinmeli, bayrak hep yüksekte kalmalı.

---------------------------------------------------

(1) https://ilerihaber.org/yazar/cagimizin-bir-anti-kahramani-102591.html

KÜNYELER:

- “Eski Tüfek” Sosyalistler.Atilla Akar, Babil Yay., 3. baskı, 2004. Etiket fiyatı 14 TL.

TÜSTAV Yayınları

- Türkiye İştirakiyûn Teşkilâtı. Der.: Banu İşlet, Cemile Moralıoğlu Kesim. 2. baskı, 2018. Etiket fiyatı 20 TL.

- Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi. Der.: Emel Seyhan Atasoy, Meral Bayülgen. 2. baskı. Etiket fiyatı 21 TL.

- Ben İşçiyim.Zehra Kosova, 2. baskı, 2011. Etiket fiyatı 28 TL.

-

-1960’lardan 1980’e Gençlik ve Mücadelesi.Engin Höke, Simge Yay., 1989. Baskısı yok, sahaflarda 5-14 TL. arası.

- Bizum Cihan. Nuran Alptekin Kepenek, Ayrıntı Yay., 2. baskı, 2018. Etiket fiyatı 20 TL.

- İlhan İlhan. Haz.: Muzaffer İlhan Erdost.Onur Yay., 1983. Baskısı yok, sahaflarda 3-75 TL arası.