Bizim aydınlarımız
Onlar olmasaydı, onlar üretmeseydi, onlar bedel ödemeseydi, bugün nasıl olurduk bilemiyorum.
Geçenlerde Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) 2020 yılı Yazma Özgürlüğü raporunda dünyada en fazla aydının hapsedildiği üç ülkeden birinin Türkiye olduğunu gördüğümde elbette şaşırmadım. Yazıda özellikle aydın kavramının hangi genişlikte ele alındığını anlamaya çalıştım ama yoktu. Bu noktayı önemsememin nedeni kavramın algılamasındaki belirsizlik. Çünkü neredeyse liseyi bitiren herkesin kendisini aydın olarak gördüğünü gözlemliyorum çevremde. Oysa bilme, görüş oluşturma ve bu görüşün gereğini yapma gibi bileşenleri de vardır aydın kavramının; bir tanesi bile eksik kalsa bence o kişiyi aydın değil de başka bir sözcükle tanımlamak gerekir. Düşüncelerimi daha iyi anlatabilmek için Türkiye tarihinden örnekler versem daha iyi olacak gibi:
Benim aklıma aydın denilince ilk gelen kişi Aziz Nesin olur. Her koşulda üreten ve her koşulda doğru bildiklerini söylemekten kaçınmayan, bu coğrafyada yetişen en büyük yazarlardan birisidir. İnatçı, mücadeleci, doğruları savunmak için kendi arkadaşlarıyla bile kavga etmekten çekinmeyen ödünsüz bir kişilik. Böyle olunca başı siyasi iktidarla dertten hiç kurtulmamıştır. Alt başlığı ‘Yazılmamış Özyaşamöyküsü’ olan Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin 1915-2015 kitabında bu konunun çok sayıda örneği bulunabilir. 1947’de bir yazısından dolayı hapishanedeyken, cezaevi savcısı yanına gelerek dışarıya yazı çıkarmaması koşuluyla kendisine her türlü kolaylığın gösterileceğini söyler. Elbette bu savcının değil, CHP iktidarının isteğiydi; Aziz Nesin yazmasın, görüşlerini söylemesin yeter. Sonrasında DP iktidarında, Fransızca bilmemesine karşın Fransızcadan yaptığı bir çeviri (!) nedeniyle yine mahkûm olur. Bununla da kalmazlar, 6-7 Eylül olaylarında Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşların mallarının yağmalamasından dolayı tutuklananlar arasında yine Aziz Nesin vardır. Yetmez, 27 Mayıs’ı coşkuyla karşılayan Aziz Nesin, “Altın Palmiye” ödülünü eritilip kullanılması için askeri yönetime bağışlarsa da (o dönem çok kişi alyansını devlete vermişti) sonradan şöyle anlatır: “Hayatımın en büyük aptallığıdır. Halk bunun farkına varıp, Gayrettepe’de emekli subaylar için evlerin yapıldığı yere alyans mahallesi, yüzük mahallesi adını takmıştı”. Tahmin edilebileceği gibi 27 Mayıs iktidarı da 1961 yılında yazılarından dolayı onu hapse atmakta duraksamayacaktır. (1)
KÜNYE: Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin 1915-2015. Nesin Vakfı Yay., Etiket fiyatı 160 TL. Kitaptan kısaltılmış bir
seçkiyi Çankaya Belediyesi yayınlamıştı.
"2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta 10 bin insan, sekiz buçuk saat ‘şeriat isteriz’ diye ulumuştur” diyerek olayları özetlerken ‘mütedeyyin’ vs. diyerek asla taviz vermemiştir gericilere. En önemli çıkışlarından birisi de Doğu Almanya yıkıldıktan sonra gidecek bir yeri olmayan devlet başkanı Erich Honecker’i Nesin Vakfı’na davet etmesidir. Bu yüzden Almanya’da bir üniversiteden alacağı ‘onursal doktora’ iptal edilmişti. (2)
Aziz Nesin’in yazdıklarının ne denli evrensel olduğunu en iyi anlatan bence Semir Arslanyürek’in ‘Rüya Gibi’ (3) kitabında aktardığı, bir Vietnamlı arkadaşının ısrarlı “Aziz Nesin Vietnam insanını anlatıyor, olaylar Vietnam’da geçiyor” savıdır diye düşünüyorum. Bence bu yargı, aldığı onlarca ödülden çok daha önemlidir.
Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin’i okumasını herkese öneririm. Bu sadece ‘bir aydın nasıl olur’u görmek için değil, ama aynı zamanda kendi kitapları ile ilgili düşünceleri ve daha bir sürü ayrıntı için. Örneğin, Aziz Nesin’in annesinin kadınların fotoğraf çektirmesi günah sayıldığı için hiç fotoğrafı olmaması gibi. Yaşamöyküleri, kimimizin hiç bilmediği, kimimizin de unuttuğu nice ayrıntıyı gün yüzüne çıkartır.
Aziz Nesin’in yakın dostlarından birisi, yasaklı 1 Mayıs’ları beraber kutladığı, aynı zindanı paylaştığı Ruhi Su idi. Şöyle söylüyordu onunla ilgili: “Çalıyor, söylüyor. Bir ses, bir yiğit ses ki, süslü püslü salona sığmıyor. Buralık değil bu ses. Söyleyen Ruhi Su değil. Onun ağzında bütün bir yurt dile gelmiş.” (4) Öldüğünde ise şunları yazmıştı: “Ruhi Su’yu ölümsüzleştiren salt sesinin biricikliği ve güzelliği değildir. O’nun büyük değeri, Türk halk müziğini çağdaşlaştırarak yenileştirmesi, yeni üretimlere yol açması, böylece Türk sesini dünya sesi yapabilmiş olmasıdır.”
Ruhi Su’nun Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi müzik insanı olduğundan sanırım kimsenin kuşkusu yoktur. Yazdıklarının ve röportajlarının bir araya getirildiği Ezgili Yürek’te, konuya teorik yaklaşımını da görme şansımız oluyor. Ruhi Su başka seslerin eklenmesinin türküye farklı bir zenginlik kattığını söylüyor. Ancak bu ses eklenmesi de kültürel bütünlük içinde olmalı. Kendi sözleriyle, “Mesela Tosca operasındaki bir aryanın alaturka üslupla söylenmesi nasıl gülünç olursa, türkülerde de uygunsuz sesler aynı etkiyi yaratır.” Aziz Nesin de benzer düşüncededir: “Yahu Ruhi dedi, bu armonize edilmiş türküler üst üste çekilmiş fotoğraflara benziyor. Asıl tema hangisidir, ben onu bulamıyorum”. Besteler konusunda ise Ruhi Su, “Müzik şiirdeki duygusallığı abartır, ortaya çıkartır. Bu nedenle de yanlış yorum abartılmış olacağından kolayca anlaşılır. Şiirdeki denge bozulur. Müzik şiirdeki bu dengeyi bozmadan geliştiriyor, etkisini artırıyorsa işe yarar. Ben bunlardan korktuğum için, şiirin dizelerine uygun müziği bulamadığım zaman, şiiri müziksiz okumayı yeğ tutuyorum.” der. İlginçtir, bestelediği kendi dizeleri çok değildir.
KÜNYE: Ezgili Yürek. Ruhi Su. Daha önce Adam Yayınlarından çıkmıştı. Kitapçılarda Everest Yay., 8. baskı var, 2010.
Etiket fiyatı 25 TL.
Kitaba da ismini veren Ezgili Yürek şiirinde ülke sevgisini şöyle dile getiriyor:
“Hangi taşı kaldırsam
Anamla babam
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim…”
Böyle diyor ama bu ülke onu hapse atmış hatta tedavisi için yurt dışına çıkışını engellemiştir. 1951 TKP tevkifatında kader arkadaşlarından birisi Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ona değinmeden olmaz, eğer bu ülkenin önemli aydınlarından söz ediyorsak.
Hep hayret ve takdirle izledim Kıvılcımlı’yı, iki nedenle: öncelikle bunca bilgiye nasıl ulaşıp derinlikli bir Tarih Tezi oluşturduğuna; Şeyh Bedrettin’den, İslamiyet’e; kapitalizmin gelişiminden, İstanbul’un fethine kadar ellinin üzerinde kitabı nasıl yazdığına hayret ederim. Günümüz için de zordur ama Kıvılcımlı’nın 1902 doğumlu olduğunu düşünerek bu sorunun yanıtlanması gerekir. Hani sadece yazsa, anlaşılır bir yanı olabilir belki ama Kurtuluş Savaşında müfreze komutanlığı, TKP mücadelesi vs. de hesaba katıldığında ne zaman bu kitapları yazdığını düşünüp, takdirle bakmamak olası değil. Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşamını öğrendikten sonra kimsenin entelektüel bir uğraş için “zamanım yok” demeye hakkı olmadığını düşünüyorum.
KÜNYE: Tarih Tezi. Hikmet Kıvılcımlı. Tarih ve Devrim Yay., 1974. Tek olarak sahaflarda 14-55 TL.
Kıvılcımlı’yı tanımak için eğer tek bir kitaptan söz etmek gerekiyorsa bunun Tarih Tezi olması gerekir. “Engels’ten beri geçen yıllarda yığılan veriler rafta mı kalacaktı?” diye başladığı çalışmasının neredeyse ömrü boyunca diğer çalışmalarıyla devam ettiği söylenebilir ama Tarih Tezi isimli kitapta hem tezin mantığı açıklanıyor hem de tarihin başlangıcı açısından önemli.
Daha önce Kıvılcımlı okumamış var mıdır, bilmiyorum ama varsa, alışılmışın dışında bir dili ve anlatımı olduğu konusunda uyarmalıyım. Elbette bu sadece bir saptama, olumlu veya olumsuz bir yargı değil.
Şöyle bir baktığımda, Aziz Nesin, Ruhi Su ve Hikmet Kıvılcımlı’nın ortak noktaları nedir diye düşündüğümde, elbette üçünün de solcu olduğu için yollarının ünlü Sansaryan Han’dan geçtiğini söyleyebilirim. Diğer yandan üçünün de Mustafa Kemal’i çok sevdiklerinin vurgulanması gerektiğini düşünüyorum, özellikle günümüzde. Kıvılcımlı zaten “Yalnızca bizim değil tüm mazlum milletlerin, emperyalizme karşı dünyadaki ilk zaferidir” diye tanımladığı Kurtuluş Savaşı’nda bizzat savaşmış ve sorumluluk almıştır. Laiklik ilkesi nedeniyle “Şimdi nasıl aramasın bu halk Atatürk’ü” diyen Ruhi Su’nun da, Aziz Nesin’in de tavrı aynıydı.
Belki Atatürk’ü ‘bizim aydınlarımız’ kapsamına almam yadırganabilir ama yazının başında belirttiğim, ‘bilme, görüş oluşturma ve bu görüşün gereğini yapma’ ölçütlerinin tümünü fazlasıyla yerine getirdiği görülecektir. Daha önce de yazmıştım (5), okuduğu toplam kitap sayısı ne kadar, bir fikriniz var mı? Sıkı durun, 3997! (6) Ben bu sayıyı aşabilen günümüzde bile çok az insan olduğunu biliyorum, üstelik bu tanıdıklarımın yaşamı Mustafa Kemal’in yanında resmen “sedanter” olarak nitelendirilebilir. Âfetinan, “Bir entelektüel hayatı hep olmuştur. Zevk için okumuş, bilgi edinmek için okumuş ve nihayet siyasi nutuklarına ve yazılarına kaynak olması için okumuştur” diyor. Farkındaysanız, tam bir bibliyofili tanımlamaktadır bu sözler. Zaten yemekte veya gezilerinde yanında kütüphanecisini bulunduran kaç kişi vardır acaba? Çanakkale savaşına giderken bile bir sandık içerisinde kitaplarını götürmüştür. Bu savaşla ilgili röportaj yapan Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal ile Mülâkat kitabında, odasına girdiğinde ilk dikkatini çeken şeyin dünya edebiyatı kitapları olduğunu yazar. Zaten toplumla ilgili neredeyse her konuda özgün görüşleri olduğunu biliyoruz ama acaba tarih ve geometri-dil kitabı yazabilen kaç devlet başkanı vardır?
Şöyle düşünüyorum, eğer Atatürk toplumu değiştirme konusundaki tüm görüş ve önerilerini sadece yazsaydı ama bu görüşlerini yaşama geçirebilmek, yani cumhuriyet için mücadele etmeseydi, olasılıkla bu toprakların en büyük entelektüeli kabul edilecekti. Yani aydın olmanın ‘gereğini yapma’ koşulunu yerine getirdi, üstelik bir de başarılı oldu diye aydın sınıfına sokulmayacak mı? Güldürmeyin beni.
Eski bakan ve belediye başkanı Hakan Tartan’ın derlediği Atatürk’ün İzmir’i kitabında, Mustafa Kemal’in İzmir üzerine söyledikleri veya İzmir’de söyledikleri ve birçok kişinin anıları bir araya getirilmiş. İçinde sadece İzmir yok; Atatürk’ün ölümünden bir gün önceki hekim notlarından, Halide Edip’in cepheye geliş anılarına, İzmir yangınına kadar pek çok konuya değiniliyor. Elbette bu arada nasıl bir entelektüelle karşı karşıya olduğumuzun kanıtları da var. Bence iş 1905 yılında okul arkadaşları arasında grup oluşturması ve yasak kitapları okuması nedeniyle tutuklanmasıyla ilk bulgularını veriyor.
KÜNYE: Atatürk’ün İzmir’i. Hakan Tartan. Tülov Yay., 4. baskı, 2006. Sahaflarda 2-35 TL.
Konuyla ilgili değil belki ama kitapta beni en keyiflendiren şu anekdotu anımsamak oldu: Savaştan hemen sonra İzmir Kordon’da rakı içen Atatürk çevresindekilere “Konstantin, burada rakı içti mi?” diye sorar. “Hayır” yanıtı alması üzerine “O zaman İzmir’i neden işgal etmiş?” der.
Neyse, bu yazının başlığı ‘Borçlu Olduklarımız’ da olabilirdi. Çok net bir biçimde ben bugün hepimizin entelektüel yaşamında Mustafa Kemal’in, Hikmet Kıvılcımlı’nın, Ruhi Su’nun, Aziz Nesin’in katkısı olduğuna eminim. Onlar olmasaydı, onlar üretmeseydi, onlar bedel ödemeseydi, bugün nasıl olurduk bilemiyorum. Ben dördünün de üzerimdeki etkisinin ayrımındayım.
NOTLAR:
(2)Nesin A. Onursal Doktor Olamamanın Büyük Onuru. Adam Yay., 2. baskı, 1997.
(3)Aslanyürek S. Rüya Gibi. Yazılama Yay., 2013.
(4)Akşam gazetesi, 18 Ocak 1960.
(5)https://ilerihaber.org/yazar/mustafa-kemal-uzerine-96987
(6)Eraslan C, Eraslan Z. Atatürk ve Kitap. Atatürk Araştırma Merkezi Yay., 2012.