Bu hafta, Şili’li büyük şair Pablo Neruda'yı, faşist Şili hükümetinden koruyan Meksika’ya ve kurulduğu 1929 yılından 2000’li yıllara dek Meksika’daki yürütmenin baş aktörü olan PRI (Partido Revolucionario Institucional -Devrimci Enstitüler Partisi) hükümetinin bir üyesi ve eski Meksika devlet başkanı José López Portillo’dan (1920-2004) bahsederek başlamak istiyorum.
Portillo, 1976 yılından 1982’ye kadar devlet başkanlığı görevini yürütmüş...O dönem ekonomisi petrol ihracına bağımlı olan Meksika'da, başta petrol fiyatlarının yüksekliği, onun halkı için birçok sosyal iyileştirme yapabilmesine olanak tanırken, ardından petrol fiyatlarında meydana gelen sert düşüş Meksika devletini ödeme yapamaz hale getirmiş... Anlatmaya başlayacağım konu, bu siyasetçi’nin müzik aşkı!
Portillo, günümüzdeki karalama kampanyalarına rağmen, bütün gücüyle halkına ve halklara, üretimde daha adil pay alacakları ve artan zenginliğin paylaşıldığı aydınlık bir dünya vaat ediyordu. Başkanlık makamının gereklerini, çocukluktan beri usta müzikçi Ludwig van Beethoven’in (1770-1827) müziği ile tanışmış olmazsa gerçekleştiremeyeceğini belirtiyordu bir röportajında...
Portillo’nun, Beethoven’in müziğine verdiği değer ise elbet tesadüf değildi. Aydınlanmacı yönü, Portillo için değerliydi. Portillo’nun görevi süresince gerçekleştirmek istedikleri, Beethoven’in müziği ile de bu açıdan uyumluydu. Monarşi ile yönetilen Avusturya-Macaristan imparatorluğu “vatandaşı” sanatçı, bütün benliği ile Fransız Devriminin ilkelerinin savunucusuydu, ezilen halkların yanındaydı. Bu yüzden ünlü “kahraman” Napoleon’a bile karşı çıkıp, önce Napoleon’a ithaf ettiği op. 55, 3. Senfonisi Eroica’nın ithafını, “isimsiz bir kahramana" olarak değiştirmesi çok anlamlıydı.
Emeğin değerli olduğu bir düzen, Meksika çiftçi ve köylülerinin profesyonel işgücü olarak örgütlenmeleri… Zaten PRİ geleneği sosyalist gelenek içerisinden çıkmıştır. Ülkemizdeki politikacılar şaşıracaklardır, çok övülen “kültürümüz” dışında da bir “evrensel” kültür var. Ülkemizde de önemlidir bu kültür. Aslında bu kültür, tüm dünyada saldırıya uğramakta… Tanımını koymadığımız sürece bu kültürel, sanatsal saldırıya karşı duramayız. Ve ancak toptan-büyük bir aydınlanmacı kültür-sanat bakışı ve gerçekçi projeler ile bu saldırının önüne geçebiliriz. Örneğin, bir sanat alanı olarak, klasik müziğin de tüm kesimlere seslendiği bir toplum elbette mümkün. Bunu “zengin” ülkeler başaramadığı gibi, çok küçük kaynaklarla başarabilen ülkeler de var, tıpkı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nin El Sistema’sında yakalanan başarı gibi… Aslında temel sorun, on yıllardır ülkemizde ve dünyada müzik politikalarının işleyiş biçimi ile ilgili. Geri dönüşe karşı çıkabilen toplumsal projeler gerçekleşmesine de izin verilmemiş.
Dünya’da ve Türkiye’de yaygınlaşan, toplumsal algılamaya müdahale eden durumu şu şekilde özetleyebiliriz:
1) Dünya’daki “pop” kültürü, bunun ülkemize yansıması “pop” ve genişleterek “arabesk” kültürlerinin değerli “sanat” ürünleri olarak lanse edilmesi, “şarkıcıların” ise “sanatçı” olması.
2) Kısa yoldan, “köşe dönmecilik” emek vermeden zengin olunan “star” kultunun yaratılması
3) Radyo ve Televizyon ve yerel yönetimler aracılığı ile “pop” ve “arabesk” kültürün “desteklenmesi”
Liste elbette çok daha uzatılabilir… Ancak ülkemiz için süreç kendini neredeyse tamamladı. Artık kültür-sanat politikasının tamamen ülke kültürünü ve sanatını yok etmek için işleyen bir politika olduğunu gördük. Geriye pek az sanat kurumu kalacak, özellikle TÜSAK yasası ardından… Cumhuriyet’in kültürel ve sanatsal anlamındaki bütün kazanımları, halkın aleyhine geri alınmaya devam ediyor. Elbette politikadan “beslenen”ler buna karşı çıkacaklar, bazı “liberal” savunmalarla kendilerini kurtarmaya çalışacaklar. Bu, tüm aydınlanmacı kültür ve sanat insanları tarafından tespit edilmiş bir süreç.
Günümüzde bir radyo veya televizyon kanalını açtığımızda karşımıza çıkan müziklerin çok büyük çoğunluğu “tüketim” kültürü için üretilen müzikler… Aydınlanmacı yayınlar ise büyük ölçütte azınlıktalar… Ülkemizde evrensel kültüre değer verildiği dönemlerdeki toplumsal yayınların “kalitesi” ve “oranı” ile günümüzün, “özgür” toplumunun tüketeceği müziğe karar verenlerin “kalite algısını karşılaştırabilir miyiz? Özgür, “sanat” ile “sanatsal kalite” günümüze ne yazık ki ters orantılı olarak geçti. Bir zamanların “Özgür” sanatı, piyasanın elinde “gerici” sanat’a dönüştü ve “sanat” olmaktan çıktı, değildi de zaten.
Ülkemizde son dönemde, Haziran’dan sonra sanatın bir mücadele estetiği olarak tekrar ön plana çıktığını görüyoruz. Ancak toplum için daha çok projeler geçekleştirilmeli, daha çok “öncü” sanatçıya ve “öncü projelere” ihtiyacımız var.