Bir kırık gözlük, bir çift kundura, yarım kalan haber ve bir kırık saat (*)

Her yıl anmanın bitmesine yakın aynı şey oluyor. Konuşmalar bitip Duduk ağıt ezgisine başladığında keskin, insanın içine işleyen bir rüzgâr çıkıyor, Hrant rüzgârı.

Diyarbakırda, Sur içinde, Dört Ayaklı Minare önünde öldürülen Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi, geçtiğimiz yıllarda sosyal medya aracılığıyla bir fotoğraf paylaşmıştı.

Fotoğrafta yerde upuzun yüz üstü yatan bir ölü vardı. Ayak bileklerine kadar olan kısmı beyaz bir örtüyle kapatılmıştı. Altı delinmiş ayakkabı teki ölünün kimliğini ele veriyordu. Bu bizim Hrant’tı, kardeşimiz Hrant.

Fotoğrafın hemen üzerinde sarsıcı, kahredici bir ifade yer alıyordu:

“Gidenlerin ardında bir çift kundura, bir kırık saat kalır. Gidenlerin ardında bir ülkeye, çözülmemiş iki cinayetin utancı kalır.”

Bu sözler bana başka çözülmemiş cinayetleri, yıllar önce karlı bir kış günü Ankara’da, evinin önünde katledilen Uğur Mumcu’yu hatırlattı ve ardından yakılan “Uğurlar Olsun” türküsünde geçen, “Bir keskin kalem bir kırık gözlük/yürekli yiğitlere hatıran olsun” dizelerini.

Uğur Mumcu, araştırmacı gazeteci kimliğiyle bilinen, siyasal İslâmın bugün vardığı yeri o zamandan gören ve olasılıkla müthiş öngörüsü nedeniyle öldürülen bir aydındı. Aydın ve yazarların söyleyip yazdıkları kadar sustuklarından da sorumlu olduğunu savunan Mumcu, “ticaret, siyaset ve tarikat üçgeni” olarak tanımladığı ilişkiye dikkat çeken yazılar yazmış, verilerin devleti ele geçirmek amaçlı dinci bir tasarıya işaret ettiğini vurgulamış ve imam hatip liselilerin harp okullarına girebilmelerinin yolunu açan kanun değişikliğiyle ilgili yazdığı yazıdan iki gün sonra da öldürülmüştü.

Uğur Mumcu cinayetinin üzerinden 29 yıl geçti. Dosya, zaman aşımına doğru hızla ilerliyor. Kesine yakın bir ihtimaldir ki süre dolduğunda Uğur Mumcu dosyası da çözülmeyen, aydınlatılmak istenmeyen faili meçhul siyasi cinayetler arasındaki yerini almış olacak.

***

Gidenlerden geriye ne kaldığı önemlidir. Katl biçimleri, nasıl öldürüldükleri önemlidir. Ama neden ve niçin öldürüldükleri, neden bir başkasının değil de onların hedef seçildikleri ve üzerinden onca yıl geçmesine rağmen cinayetlerin neden aydınlatılmadığı daha çok önemlidir.

Devletin işlediği, işlenmesine izin verdiği hiçbir cinayet ‘nedensiz’ değildir. Seri cinayetlerin, katliamların hepsi kendi içinde bir ‘tutarlılık’ içerir. Faili meçhul kategorisine giren bütün devlet cinayetlerinin arka planında “devletin bekası” vardır. Bekası için cinayet işleyen, işlenen cinayetlere göz yuman hiçbir devlet, doğaldır ki ördüğü güvenlik duvarından tek bir tuğlanın bile çekilmesine izin vermez. Cinayetleri gerçek nedenleriyle birlikte, puslu ve karanlık bir ilişkiler yumağı içine gömerek unutulmaya, unutturulmaya bırakır.

Ülkemiz bir faili meçhul cinayetler ülkesi. Mustafa Suphiler’den Sabahattin Ali’ye, Kemal Türkler’den Ahmet Taner Kışlalı’ya sokak girişlerinde aydın, yazar ve bilim insanlarının adının yazılı olduğu bir faili meçhuller mezarlığı bu ülke.

***

Acılar büyük bir denizdir. Bunu bizimkilerden biri söylemişti. Hatırlıyorum.(1)

Devrimin uğultusunun memleketin her yerinde duyulduğu günlerdi. Fabrikalardan, tarlalardan, okullardan ve kentin varoşlarından devrime yürüyorduk. Yakınımızda ve uzaklarda salacasına omuz veremediğimiz kardeşlerimiz ölüyordu. Her sabah vedalaşarak çıkıyorduk evlerimizden. Hakim sınıflar artık yönetemiyordu. Emperyalist sistemin Türkiye gibi bir ülkeyi kaybetmeye tahammülü yoktu. Hedef seçikleştirilerek devrimci demokrat güçlere yönelik saldırı yoğunlaştırıldı. Abdi İpekçi, Doğan Öz, Bedrettin Cömert ve Ümit Kaftancıoğlu gibi aydınlar böyle bir stratejinin sonucunda, korkuyu tüm topluma yayarak pasifize etme anlayışının bir sonucu olarak öldürüldü.

Ay değirmi bir bıçaktı ölüm yollarında. Hatırlıyorum.(2)

Zaman çift taraflı işleyen bir hızardı. 12 Eylül faşizminden bir on yıl kadar sonraydı. Bir taraftan siyasal İslâmı eleştiren laik aydın ve yazarlara yönelik saldırılar gerçekleştiriliyor, diğer yandan da Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümüyle ilgili görüş beyan edenler, rapor hazırlayanlar hedef tahtasına oturtuluyordu. Ülkenin batısında siyasal İslâmcılığı eleştiren Turan Dursun, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy’un birbiri peşi sıra katledilmesiyle eşzamanlı olarak doğusunda, aralarında üst düzey subayların da bulunduğu ordu mensupları suikastlere kurban gidiyor, Kürt aydınları sokakta, gözaltına alındıkları ücralarda yargısız infaz mangalarınca katlediliyordu. Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesi dönüm noktalarından biri oldu. Aynı zamanda İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şube Başkanı olan Vedat Aydın cinayetini başka cinayetler izledi. Devir kod adı “Yeşil” olanlar devriydi, “Beyaz Toroslar” zamanıydı. “Ape Musa”nın diyaloğa açık, Kürt’ü Türk’e, Türk’ü Kürt’e tercüme edebilecek varlığı tehlike olarak görüldü; pusuya düşürülerek öldürüldü.

Ucu göğe dayalı bir merdivendi zaman. Hatırlıyorum.(3)

Yıllardan sonra, yollardan sonra yine yan yanaydı çocuklar.(4) Hayat kendini yeniden örgütlüyordu. Bir plan dahilinde din dersini zorunlu hale getiren, tarikatların önünü açan o karanlık güç yeniden devreye girdi. Sivas’ta, Madımak Oteli’nde, aralarında şair Metin Altıok’un, müzisyen Nesimi Çimen ve eleştirmen Asım Bezirci’nin de bulunduğu 34 aydın, devletin bakanlarının bilgisi ve güvenlik güçlerinin nezaretinde, “şeriat isteriz” “kafirlere ölüm” sloganları atan gözü dönmüş bir güruh tarafından yakılarak öldürüldü. Geriye hoyrat bir makasla eski bir fotoğraftan oyulmanın acısını anlatan bir şarkı ve hala sancıyıp duran bir Yaralı Semah kaldı.(5)

Akşam erken inerdi mapushaneye, yedi kol demiri inerdi yedi kapıya. Hatırlıyorum.(6)

Alemdağ Askeri Cezaevi’nden Metris Askeri Cezaevi’ne sevk edilmemizden beş altı ay kadar sonraydı. 1981 yılının son günleriydi. Geride bıraktığımız tutsaklar, sorguya alınmak istenen arkadaşlarını siyasi şubeden gelen polislere vermemek için direndiler. Nazileri aratmayacak bir yöntemle, yüzden fazla insanın tıkılı olduğu ahırdan bozma bir koğuşa, gaz bombaları ve demir sopalarla gerçekleştirilen operasyon sonucunda Hakan Mermeroluk, Şerif Yazar ve Bahadır Dumanlı katledildi. Ölümlerinden hiçbir cezaevi görevlisi sorumlu tutulmadı, tek bir yetkili bile ceza almadı. Devletin teslim alamadığı tutsakları katletme politikası sonraki yıllarda da devam etti. 1981’le 1995 arasında öldürülen ellinin üzerinde tutsağın faili meçhul kaldı. Bu gaddar, kıyıcı politikanın ağır sonuçlarından biri, 1996 Ümraniye Cezaevi katliamında yaşandı.(7) Ölümler içeriyle sınırlı kalmadı. Ümraniye cezaevinde katledilen dört tutsağı haberleştirmek için cenazeye giden gazeteci Metin Göktepe de katledildi.(8) İlginç bir “tesadüf” sonucu, Metin’in katilleri, kendilerine verilen ceza süresi dolmadan, “Hayata Dönüş” operasyonunundan üç gün sonra, 22 Aralık 2000 tarihinde çıkarılan “Şartlı Tahliye ve Ceza Erteleme Yasası” uyarınca tahliye edildi.(9)

Acılar büyük bir denizdir. Evet.

Şimdi geriye dönüp baktığımda Uğur Mumcu’yu on binlerce kişiyle birlikte uğurlayışımızı  hatırlıyorum; Tahir Elçi’yi, onun egemen ideolojinin istediğini söylemediği için hedef haline getirilişini hatırlıyorum; katledilen devrimcilerin sesini duyurmak için “O haberi ben takip etmeliyim” diyerek kendi ölümüne giden Metin Göktepe’yi hatırlıyorum; ve Hrant’ı, onun vasiyet yerine de okunabilecek sözlerini:

“Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için.”

***

Her yıl anmanın bitmesine yakın aynı şey oluyor. Konuşmalar bitip Duduk ağıt ezgisine başladığında keskin, insanın içine işleyen bir rüzgâr çıkıyor, Hrant rüzgârı.

Eski Ermeni mahallesinin eski bir evinin çatısında her nasılsa kalmış bir kuş ötüyor, üzgün, kederli: Pepûk! Pepûk! (10)

Bir dize düşüyor önüme, bir mahpus kardeşten, içeriden: Kunduramda kardelen çiçeği...(11)

Kabanımın yakasını kaldırıp anmanın bittiği duyurusu yapılana kadar bekliyorum.

Hüzün el ediyor uzaktan.

Bir kırık gözlük, bir çift kundura, yarım kalan haber ve bir kırık saat.

Yüzleri düşüyor aklıma. Umut yeniden rüzgârlanıyor.


Dipnotlar:

(*)  Bu yazı, daha önce Birgün Pazar Eki’nde yayınlanan yazının genişletilmiş halidir.

(1)Nerduda

(2)Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi.

(3)Kemal Özer, Temmuz İçin Yaralı Semah.

(4)Yeni Türkü, Fırtına.

(5)Metin Altıok, Öndeyiş.

(6)Ahmed Arif, Akşam Erken İner Mapushaneye.

(7)1995’ten itibaren cezaevlerine yönelik yoğunlaşan şiddetin MGK kararlarıyla alındığı, “hizaya getirmek” amaçlı olduğu biliniyor. F tipi olarak adlandırılan hücre tipi cezaevlerinin temeli, 6 Mayıs 1996 tarihli “Mayıs Genelgesi” ile atılmıştı. Genelgenin altında Adalet Bakanı olarak imzası bulunan Mehmet Ağar, Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde yüzlerce faili meçhul cinayetten sorumlu olan ve bunu “Devletin bekası için 1000 operasyon yaptık” diye söylemekten çekinmeyen bir devlet görevlisiydi. 1999 yılında Ulucanlar Cezaevi’nde, 10 tutuklunun ölümü ve onlarcasının yaralanmasıyla sonuçlanan operasyonu yöneten, yargılanan ama ceza almayan, Ankara İl Jandarma Komutanı Yarbay Ali Öz de süreklilik hattında görev yapanlardandı. Yıllar sonra, Hrant Dink davasında, 2007 yılında Trabzon İl Jandarma Komutanı iken yaptıkları nedeniyle “kasten adam öldürme” ve “resmi belgede sahtecilik” suçuyla yargılanmıştı.

(8)O dönem, Göktepe’nin ölümüyle ilgili olarak yetkililerin yaptığı açıklamalar çok sayıda çelişki iç Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar ve Başbakan Tansu Çiller, Göktepe’nin gözaltına alınmadığını; Eyüp Cumhuriyet Savcısı Erol Canözkan gözaltına alındığını, fakat çay bahçesinde otururken fenalaşarak sandalyeden düştüğünü; İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ise spor salonunun duvarından düşerek öldüğünü iddia etmişti. Sivil faşistlerce işlenen cinayetlerin yoğunlaştığı 1970’li yıllarda, “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen Başbakan Demirel, Göktepe’nin öldürülmesi sonrasında, gazetecilerin sorusu üzerine, bu kez Cumhurbaşkanı sıfatıyla, “Cinayeti polis işlemiştir tabirini beğenmiyorum. Hadiseleri kendi sınırları içinde mütalaa etmeliyiz” diyerek bir kez daha gerçekleri gizleyerek karartma görevini üstlenmişti.

(9)Tutukluların F tipi cezaevlerine karşı başlattıkları açlık grevi ve ölüm orucu gerekçe gösterilerek, 19 Aralık 2000’de 20 cezaevine “Hayata Dönüş” adı verilen operasyon düzenlendi. Operasyonlarda 30 kişi öldürüldü, tutuklu ve hükümlüler F tipi cezaevlerine sevk edildi. Bu süreçte, ölüm oruçlarıyla birlikte 122 kişi hayatını kaybetti.

(10)Pepûk, ana teması kardeş katili olmanın utancı, pişmanlık ve insanın kuşa dönüşerek ömrünü yalnızlık içinde geçirmesi olan bir efsanedir. Rivayete göre her yıl kenger dikeninin sürgün vermesiyle birlikte Pepuk kuşunun (Guguk kuşu olarak da bilinir) acılı ötüşü başlar. Kürtçenin tüm lehçelerinde “pepûk” sözcüğü mecazen bedbaht, zavallı, kimsesiz anlamında kullanılır.

(11)Cengiz Sinan Çelik, “Kunduramda Kardelen Çiçeği” şiiri, Serdestan, Ayrıntı Yayınları, 2022.