Umutsuzluğun eylemi iğdiş eden karakteri her zaman reddedilmesi gereken “felsefeden” kaynaklanır. Bu nedenle gerçekle insanın ilişkisinin teorik değil pratik bir sorun olduğu, insanın düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü pratikte kanıtlaması gerektiği söylenmiştir. Düşüncelerimiz pratikten koparılmış ise Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’de söylediği gibi, pratikten koparılmış düşüncenin gerçekliğine ilişkin tartışma da skolastik bir soruna dönüşür. Siyasi eylemin başarısının, nesnel koşulları dikkate alan pratiğe bağlı olduğu da yine sık yinelenen bir gerçektir. Siyasette, siyasetin güç kaynağı toplumsal hareketlerde zafer ya da yenilgi iç içedir. Devrimci mücadele garanti edilmiş zaferi değil, başarı ihtimallerini çoğaltacak siyaseti öngörür.
Bu cümleler okuduğunuz yazının varsayımlarıdır. Eleştirmeye niyetlendiği yazarın / yazının da bu varsayımlardan uzak olmadığı düşünülerek yazıldı.
***
İktidar hedefini gözden kaçıran daha doğrusu bu hedefin gerçekleşip gerçekleşmemesi bir yana, önüne böyle bir hedef koymayan bir siyaset yalnızca kendini eylem dışı bırakmakla kalmaz; gelişen, içinde büyüdüğü, beslendiği toplumsal hareketlerin hayal kırıklığa uğramasına, tüm çabanın yenilginin karanlığında yok olup gitmesine yol açar. Akademisyenlerin barış bildirisini imzaladığı için yargılanan, savunmasıyla hayranlık uyandıran sosyolog Begüm Özden Fırat’ın şu satırları böyle bir umutsuzluğun hüznünü yansıtıyor gibidir: “2015 gerçekten milat. O zamandan beri Türkiye’de solun aşina olduğu, hatta kurucu duygusu olarak tanımlanabilecek melankolik bir hal içindeyiz. Diğer yandan küresel olarak da ütopyacı düşüncenin, devrimci strateji tartışmalarının bittiği bir dönemdeymişiz gibi görünüyor. Örgütlenme, eylem, dil, duygulanım anlamında bildik politik formların artık ne dünyayı değiştirmekte, ne de bizi bir arada tutmakta başarılı olduğunu kafamıza kakan bu dönemi ve kolektif hali anlamaya çalışmalıyız.” (Aktaran Pınar Öğünç; Özgürleştirici bir ihtimal olarak çelişki ve belirsizlik. 20.10.2020 Duvar Gazetesi)
Gerçeğe teslim olmak gibi görünen bu akademik bakış, eli yüzü düzgün uygulanabilir devrimci bir programla sömürüye son verme, bu amacın öncesinde ve sonrasında gerçekleşecek türevler için iktidarı alma hedefini güden bir siyaset yoksa, eşitsizliğe, tahakküme, ayrımcılığa son vermek için yola çıkmış toplumsal hareketlerin, kitlesel eylemlerin toplumsal bir devrime dönüşme ihtimalinin olmadığını kabul etmek istemiyor. İşin özü; içinde barındırdığı siyasi öznelerle, partilerle, örgütlerle, örgütlenmelerle gerçekleşebilecek bir iktidar hedeflenmiyorsa başarıya ulaşabilecek toplumsal devrim de yoktur. Hiç kuşkusuz devrimci öznelerin, toplumsal itirazların eylemi, 15-16 Hazıranı, Gezi’yi hatırlayın, yenilgiyle sonuçlanmış olsa bile, genel olarak toplumsal gelişmenin tarihsel hikayesinde, işlevsel mirasında kendine bir yer bulur.
Ama altını çizelim; siyasal iktidar hedefi olmayan toplumsal devrim ile iktidarı hedeflemeyen halktan kopuk siyaset ayrımı hem yolu tıkar hem de gerçekçi değildir.
***
Besbelli ki bu durumdan çıkışın anahtarı yılgınlığı, küskünlüğü bir yana bırakmaktır. Doğrusu Türkiye’de erk sahibi olanların artan baskısı, erki yitirme kaygısıyla bu konudaki gözle görülür gelişmelerin yarattığı korkuyla bağlantılıdır. Bu durumda toplumsal hareketliliği ayakta tutan, geliştiren farklı kesimlerden güçlerin yılgınlığa değil tam tersine heyecana gereksinimi var. O nedenle yılgınlığa kapılanları anlamak zor. Örneğin Begüm Özden Fırat’ın, değerli gazeteci Pınar Övünç’ün aktardığı şu satırlarını yorumlamakta güçlük çekiyorum: “... küresel olarak da ütopyacı düşüncenin, devrimci strateji tartışmalarının bittiği bir dönemdeymişiz gibi görünüyor. Örgütlenme, eylem, dil, duygulanım anlamında bildik politik formların artık ne dünyayı değiştirmekte, ne de bizi bir arada tutmakta başarılı olduğunu kafamıza kakan bu dönemi ve kolektif hali anlamaya çalışmalıyız. Bu duygu dünyasına politik depresyon diyebiliriz belki. Zira bu hal, geçmişe ve kaybedilmiş bir davaya yönelen melankolik bağlanmadan farklı olarak, şimdiye ve geleceğe dair endişeyi, güvensizliği de tetikliyor. 'Son dakika'lara sıkıştırılmış zamansız bir şimdi ve bir felaket olarak yaklaşan gelecek arasında kalmışız gibi.” Küçük bir umut kırıntısı bırakıyor bize yine de: “Toplumsal mücadelelerin tarihi, buradan çıkışın ancak belirsizliği sürdürülebilir kılan maddi şartları dönüştürmeye çalışarak, ama onun yarattığı imkân ve duygu dünyasını sahiplenerek olacağını söylüyor.”
Bu satırlar, yazarı bilmiyorum farkında mıdır ama “toplumsal mücadelelerin tarihi, buradan çıkışın ancak belirsizliği sürdürülebilir kılan maddi şartları dönüştürmeye çalışarak, ama onun yarattığı imkân ve duygu dünyasını sahiplenerek olacağını söylüyor” derken belirsizliği son yılların pek esnek kavramı ile, “sürdürülebilir” kılacak bir teslimiyeti tarif ediyor. Maddi şartları dönüştürmek ancak ve ancak liberallerin küçümsediği örgütlenmeyle, gözden uzak tutulmaması gereken iktidar hedefiyle mümkündür. Besbelli umutsuzluğunun kaynağında liberallerin sık sık ve başarıyla propagandasını yaptıkları, yazarımızın da yinelediği “örgütlenme, eylem, dil, duygulanım anlamında bildik politik formların artık ne dünyayı değiştirmekte, ne de bizi bir arada tutmakta başarılı olabilecekleri” fikri yatıyor. Boştur, yanlıştır, Türkiye’de solun mücadele tarihine bühtandır.
***
Biz toplumsal devrimle iç içe geçmiş “bildik politik formlarla” siyasi öznelerle ilgili kendini yenileme ve yoldan çıkmama umudumuzu anlatmayı, hayali gerçek kılmanın yollarını aramayı, kendi dertlerimize çare aramayı sürdürelim. Erken sayılsa bile iktidarı hedeflemiş olması gereken siyasetin öznesi, özneleri kimlerdir? Toplumsal hareketlerin kendilerini açıkça gösterdiği itirazların özelden genel siyasete doğru evrildiği koşullarda iktidarı hedefleyen öznelerin birden çok olması doğal, eşyanın tabiatına uygun, aynı zamanda kaçınılmaz mıdır? Bunun temel nedeni program farklılıkları, izlenecek yol konusundaki tartışmalar, nihai hedef konusundaki ayrılıklardır. Siyaset, iktidar hedefini gören gösteren, onun için çaba harcayan öznelerin, burjuva siyasetinin tersine kitlelerle ve kendi aralarındaki ilişkide gerçekten demokratik bir yöntemle adım atılabileceğini kanıtlama sürecidir. Hiç kimse hiç bir özne ne eylem konusunda ne de eylemin mutlak zaferi konusunda garanti verebilir. Farklı yaklaşımlar kaçınılmazdır. Siyaset, bunalımını baskıyla zorla gidermeye çabalayan hasımdan korkarak ya da genişleme eğilimindeki muhalif güçlerden kaçarak yapılmaz,
Peki bu özne çokluğu toplumsal hareketliliği zaafa uğratmaz mı? Eğer özneler konusunda sağlam bir fikre, onların hedefe kilitlenmiş eylemleri, gerçeklere denk düşen geniş bir birlikteliği savundukları konusunda bir garantiye sahip olsaydık, işte toplumsal eylemi, gittikçe yükselen, itirazları hedefe taşıyacak olan budur der peşinden giderdik. Bu durum gerçekten de bir zaafa işaret ediyor. Bu türden bir zaafla mücadele edebilmenin ilk koşulu nesnel durumu kabul etmekten ve değiştirmenin olanaklarını araştırmaktan geçiyor. O nedenle de bu konuda sağlam bir tartışmanın siyasetin öncelikle devrimci öznelerini birlikte hareket etmeye yöneltmesine yarar vardır. Toplumsal hareketlilikle iç içe geçemeyen öznenin gelişmeleri yönlendirilmeyeceği de açıktır.
İnsanlığın tarihi de ona yön veren mücadelelerin tarihi de karamsarlığa hiç bir zaman boyun eğmemiştir; çünkü sömürülen baskı altındaki insanın karakteri başına geleni ilk önce tanımaksa ikinci adımı onu reddetmek olmuştur. Gelişmenin anahtarı “sürdürülebilir” tevekkülde değil, kadere hayır diyen, kedere aldırmayan devrimci bir itirazdadır; Kavafis’in şiirindeki gibidir:
“Kim ki Evet’i yanında hazır / hemen belli eder kendini ve der demez / geçer yoluna saygınlığın, kendi inancının / Hayır, diyen pişman olmaz bundan. Bir daha sorulacak olsa / - Hayır diyecektir yine. Ve işte bu hayır - / Bu haklı Hayır - ezip geçer onu hayatı boyunca.”