Bilimin şiirle dansı

Eski çağlarda söyleyecek sözü olanlar anlatmak istediklerini şiirle ifade ederlerdi. Hemen bütün dallarda, felsefe, bilim, sanat ve kültürde manzum konuşur, yazar, halk onları ilgiyle dinler, okurdu. Didaktik şiir deniyordu. Lucretius’un De Rerum Natura- Evrenin Yapısı adlı 6 kitaba bölünmüş şiiri de bu türdendir.  Ne anlatıyor Lucretius? En başta şimdi parçalanmış bilgisine ulaştığımız, bilimin sırlarını bir bir çözdüğü atomları anlatıyor. İkinci çok değerli bulgusu hiçten hiç bir şeyin çıkmayacağıdır. Üçüncüsü ve en çok da şiirsel olan bulgusu, evrenin sonsuzluğudur. Şöyle anlatır çağımızda bile kimilerinin burun kıvırdığı bu gerçeği Lucretius: “Bitimi yoktur evrenin evet, olsaydı / bir sınırı olması gerekirdi bir yerde / Ama bir şeyin nasıl sınırı olabilir / dışında onu sınırlayan  bir başka şey yoksa.” (Çeviri Tomris-Turgut Uyar, sf.18-45, Norgunk Yayınları)

Lucretius’un büyüklüğü bu sürekli gelişen, kanıtlanan temel bilgileri büyük bir cesaretle İsa doğmadan yıllarca önce bilimsel gelişmeye bir önsezi olarak söylemiş olmasındadır. Daha sonra biliyoruz, parçalanamaz atom parçalandı; iyiliğin ışığı ve kötülüğün insana bağlı kaderci seçiminin kapıları açıldı. Doğanın diyalektiği kendini gösterdikçe hareket, madde ve enerjinin iç içeliği, hızı ve dönüşümü, bilginin sınırlarını kutsal kuşkunun ışığında genişletti. Mikro kozmosta geçerliliklerini her geçen gün ucu açık bir şekilde kendini gösteren kuantum yasaları, makro kozmosta da madde- enerji ve hareketin yasalarıyla buluşuyor. Zaman ve uzamda şiir daha bilge işi bir olgunun tercümanı oluyor; şair değilse de, çünkü o uzaya karışmaya yazgılıdır, şiir tıpkı De Rerum Natura gibi bilge işi bir belgeye dönüşüyor; Lucretius’un uzgörürlüğü tıpkı iyi şiirin insanı şaşırtması gibi De Rerum Natura’nın dizeleri arasında parlıyor, bizim gökyüzümüzün cahilce kirlettiğimiz maviliğinde bir yıldız gibi kayıyor.

METAFİZİĞİN ÇIKMAZ SOKAĞI

Şiirden söz ediyoruz, bilimin şiirle dile geldiği zamanları anlatıyoruz. Öyleyse şairanelik hoş görülmelidir; çünkü direnmeye gereksiniyoruz, çünkü gelişmeyi bilinmezlerle, bilinmezleri hurafeyle çözmeye çabalayanlar, resmi, anlatıyı, şiiri sona erdirmek isteyenler inatçıdır. İlerlemeyi metafiziğin çıkmaz sokağında söndürmeye yeltenenlerin, yok edemedikleri yerlerde zorbalığın, cehennem korkusunun desteğine başvurduklarını biliyoruz. O zaman bizim de devrimci yöntemimizle, materyalizmi metafiziğe kapı açacak bir şekilde yorumlayanlarla kavga etmemiz kaçınılmazdır. Besbelli ki, idealizmle kavga ona kapıları açan sahte materyalizmle savaşmadan kazanılamaz. Bu kavganın alanı her şeyden önce bilim dünyasıdır. Kavganın anlatılması da, yalnızca bilimin soyutlanmış, kolay anlaşılmaz demeyelim ama kendini hemen teslim etmeyen “seçkin” dünyasında canla başla çabalayan, diyalektiğin ışığında önceyi içeren, inkârın, reddiyenin kendini gösteren devrimci gelişiminden beslenen bilim insanlarının işi olarak kalamaz. Bu görev, gelişmelerin meraklı okurları olan bizlere de düşer. Öyleyse her geçen gün biraz daha madde, enerji ve hareketin yasalarını doğrulayan, giderek tüm organik ve inorganik doğanın, zamanın, uzamın henüz çözemediğimiz sırlarını çözen, yalnızca fizik dünyasında kalmayacağı, öteki disiplinlere uzanacağı belli olan kuantum da kuru bilgi olmaktan çıkıyor, şiire doğru hızla  ilerliyor.

Bu bir anlamda Lucretius’un dünyasına devrimci bir “dönüştür.” Kuantum dünyasına medyanın magazin mantığı ile nüfuz edilemez. O dünya, kendini cehalete teslim etmiş, geriliğin, statükonun, konformizmin bulaşıcılığından medet uman egemenler dünyasıdır. II. Dünya Savaşı sonrasında “Socialisme ou Barbarie - Sosyalizm ya da barbarlık” adlı Marksist grubun üyesi olan, Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı eserini yorumlayan Kath Abiker’den aktaralım; “orada okur yazarlık da gazeteye kitaba teklifsiz adeta saygısızca yaklaşmayı hoş görür; kitabın fikirlerine istedikleri gibi girip çıkmalarına veya çılgınca çağrışım içinde dolaşmalarına izin verir. Okur ‘kültürel faaliyetlere’ -vitrinlere bakma, kanallar arasında zaplamaya teşvik edilir. (...) Bu görece yapay ve sürüklenerek gerçekleşen okuma faaliyetinden, çevreyi kirleten ve dağılmaya eğilimli bir bilgi ‘köpüğü’ hasıl olur. Sonuç olarak metin tarif etmeye çalıştığı şeye yani ‘tekelleştirici güce’ dönüşür.” (Sanat Tarihinin Elli Temel Metni, sf. 214. Ayrıntı Yayınları)

KİRDEN KORKMA, SUYU DA UNUTMA...

Kapitalizmde bırakın ana akımı alternatifi de dahil temiz medya yoktur. Büyük bir içtenlikle çarpıtmaları gören, bilincine varan gerçekleri görmeye hiç değilse niyetli, ilkelere sadık medya da haklı savaşının içinde kirlenir. Bu nedenle sık sık kendine dönmeli, temizlenmeye zaman ayırmalı, kaba nesnelliğin içindeki şiiri görebilmek için tıpkı Lucretius gibi çaba göstermelidir. Bunun kolay bir iş olmadığını, ayrık otlarının her yeri sardığını, mücadele edenlerin de kendilerini bu kirlilikten kurtarmakta zorlanacağını hesaba katarak devam edelim. En aklı başında yazarlardan, ediplerden, kültür sanat dünyasının yaşam savaşında boyun eğmek zorunda kalmış saygın kişilerine kadar, kolaycılığın egemenliğine hayır diyebilecek miyiz sorusuna nasıl yanıt vereceğini, vereceğimizi doğrusu tam olarak bilemiyoruz. Aykırı sesleri görmezden gelmek, sessizlikle boğmak, onları ılımlı dünyada keskin çığlıklar atmakla suçlamak, içeride dürüst bir tartışma yerine dışlamaya, mahfili en “devrimci” haliyle korumaya, yani steril, “temiz tutmaya” gayret edenlerle nasıl savaşılabilir ki? Vardır bir yolu. Ama şimdi biz işkembeden atmayalım, bilim dünyasından kısa bir özet yapalım.

Kuantum dünyasına dönelim; Newton ışığın parçacıklardan oluştuğunu “kanıtladı”, daha sonra Thomas Young 1800'lerin başında ışık ışınlarını iki minik yarıktan geçirmiş ve ekranda ışığın dalga yapısını gösteren izler oluşması ile ışığın dalga karakterini “kanıtlamıştı.” Thomas Young'ın deneyinden 100 yıl sonra, 1900'lü yılların başında önce Planck, ardından Einstein ışığın parçacık karakterinin de olduğunu “kanıtladılar.” Planck bu enerji paketçiklerine "quanta" derken, Einstein "foton" dedi.Yani ışık hem parçacık hem de dalga yapısındaydı; hepsi de haklıydılar. Kuantum fiziğinde gelişme burada durmadı. Yarıklardan birinin içerisine veya arkasına bir detektör yerleştirip parçacığın o yarıktan geçip geçmediği gözlendiğinde, parçacık dalga karakterini terkedip parçacık karakterine bürünüyordu. Yani parçacığı izlemek ya da ölçmek onun davranışını etkilemekteydi. Peki, parçacığın davranış değiştiriyor oluşu onun “iradesi” olduğu anlamına mı geliyordu? Burada magazin dünyasına kulak verelim ki, materyalizmin Kopenhag dolaylarında nasıl “büküldüğünü” görme olanağı bulalım. Bu iddialar ortaya atılınca, yani parçacıkların davranışı, ona bakıp bakmadığımıza veya nasıl baktığımıza göre değişiyorsa, bu durum bilincin kuantum teorisinde bir karşılığı olduğu anlamına gelmez miydi? Kuşkusuz hemen kimileri, kendilerine “öncüler” adını takanlar bu durumu "Gerçeklik biz ona baktığımızda vardır" diye yüksek perdeden anlatmaya başladılar. Neyse ki, Einstein "Ay yalnızca ona baktığımızda var olmaz, o zaten vardır" dedi de metafiziğe doğru hızlı gidişin önü bir parça kesildi. Ama yalnızca bir parça. Sonra işi daha da geliştirip, “Sanki doğa sadece ona baktığımızı değil, bakmayı planladığımızı da biliyormuş gibi davranıyor" diyenler çıkacaktı. Peki gerçek nedir? Bugünkü bilgilerimizle söyleyebildiğimiz şudur: Çok haklısınız, dünyayı evreni duyularımızla algılarız, ama dünya, evren, her şey, beynimiz de dahil bizim duygularımızdan bağımsız olarak vardır. Beynimiz de atom altı parçacıklardan oluşur. Bu somut bir gerçektir, zaman ve uzam içinde varlık tüm hareketin maddenin aynı anlamda enerjinin kendisidir. Gözlem de atom altı parçacıkların bir eylemidir; parçacığın ya da dalganın eylemini değiştirmesi de bu kapsam içinde gerçekleşir. Çünkü gözlem de soyut, maddeden bağımsız duyularla anlatılabilecek bir süreç değildir. Gözlem gözlerimizin bir dış kaynaktan ışık dalgaları biçiminde enerji almasıyla gerçekleşir, yani “düşünüyorum öyleyse var” değildir. Mikro kozmostaki bu süreçler makro kozmosa doğru büyüdükçe daha anlaşılabilir hale gelir. Yani Einstein’ın dediği gibi Ay siz onu ne kadar gözlerseniz gözleyin varlığını ve durumunu değiştirmez. Ama ışığın daha büyük eylemini ölçebildiğinizde yine nesnel bir gelişmeyle farklı bir süreçle karşılaşırsınız, Kopenhagcıların yaptığı gibi gerçeğin değil uzayın bükülmesinden söz edersiniz.

***

Aydınlanmanın modernizmin bu tarihsel gelişmenin karmaşık dünyasının kendine dönük, kimi zaman çok zayıf, kimi zaman acımasız eleştirilerini anlayabilmek için onların tarihselliğini görmek, anlamak gerekir. Aydınlanmanın ve modernitenin savunucuları bu özeleştiriden kaçındıkça, aklı insan denilen makinenin algı üreten bir fonksiyonuna indirgemek isteyenlere gün doğar. Onlar kapitalizmin gittikçe vahşileşen karakterine denk düşecek “felsefenin” peşine düşer, açtıkları ve cömertçe besledikleri mecralardan post modernizmin kimi zaman muza, kimi zaman zehirli bir mantara benzeyen eserlerini, onların ne dedikleri anlaşılmayan akil olmayan ukala müelliflerini piyasaya sürerler. Büyük bir pervasızlıkla adeta sayıklar gibi konuşmaya bayılırlar. Örneğin post modernizmin nihilist temsilcilerinden  Baudrillard “proletaryanın başarısızlığının nedeni belki de iddia edildiği gibi bir sınıf olmamasıdır; sadece burjuvazi hakiki bir sınıftı ve dolayısıyla yalnızca burjuvazi kendini yadsıyabiliyordu. Burjuvazi ve burjuvaziyle birlikte sermaye, sınıfsız bir toplum doğurdu” diyebildi. (Kötülüğün Şeffaflığı, sf.17. Ayrıntı Yayınları) Aslında post modernizm, Marx’ın Manifest’te  burjuvazinin egemenlik kurduğu dönemin tablosunu çizerken, “katı olan her şey buharlaşıyor kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor” diye anlattığı zamanların bu kez kapitalizmin  iflasını haber veren çürümüşlüğünü anlatır. Bütün mesele gerçeğin belirsiz olduğunu, bilmeye kalkmanın anlamsızlığını, bilinemeyeceğini anlatmak, iç gıcıklayan pek efsunlu hakikat meselelerini “hakikat ötesi” adını verdikleri “post truth” markasıyla sis içinde yok etmektir.

Peşine düşeceğiniz bir şey yoktur derler özetle.

Yok mudur?

Milyonlarca insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında umutsuzluğa kapılan Frankfurt Okulu’nun ünlü temsilcisi Adorno “Auschwitz'ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Adorno’nun kötümserliğini kimse paylaşmadı; tam tersine direnişin öyküsü ve şiiri hep yazıldı. Yine de varolan şiirin büyük felaketin hikayesinden ibaret olduğunu söylemek gerek. Suskunluk, bir tür günah çıkartma, post modernizme, post Marksizme kaçış, bilimle saçmalığın desteğiyle mesafelenme egemen oldu.

Şimdi bu devir kapanıyor, sona eriyor. Şiir bilimin yanı sıra kendine geniş bir alan açıldığının  bilinciyle yeniden yükseliyor. Çağımız yeni Lucretiusların çağı olacaktır, çünkü kuantum şiir gibidir. Dinlerin efsunlu dünyasında kendine sığınak arayan şiirin zamanı tükendi. Şimdi bilimin sihirli dünyasında şiir yeniden kendine geliyor. İnsan kendine dönüyor, kendini dışarıdan izlemeyi, kendine dayatılmış kavramlar dünyasından bakmayı bırakıyor; kendinin, kendi eyleminin öznesi olmayı başaracağını biliyor artık. Çünkü tarihi değil sonsuz boyutuyla insanı özne yapan anlayış, ancak kavramlar kargaşasında var olabilen safsataya karşı bilimin zengin dünyasına edebiyatın, şiirin gücüyle dahil olmayı öğrendi.

Şiiri yeniden hayata döndüren, edebiyatı bilimle, teoriyle buluşturacak olan da işte budur...