Boğaziçi Üniversitesinin kayyum Rektör Melih Bulu’dan kurtulmasında tartışmasız en büyük pay ayrımsız tüm üniversite bileşenlerinin kararlı mücadelesinin. Ancak basından izleyebildiğim kadarıyla, Bulu’nun aşırmalarının (intihal) ortaya konulması da kimi çevrelerin onu savunmasını engellemiş. Doğru mudur bilmiyorum ama akademik yolsuzluklarla uğraşanları cesaretlendirici bir gelişme olduğu kesin; demek ki yolsuzluklar karşısında susmamak, yok saymamak gerekir.
Böyle deyince akademi dışı kamuoyunun da bildiği İhsan Doğramacı vakasını anımsamadan geçmek olmaz. Doğramacı’nın ‘Annenin Kitabı’nı Benjamin Spock’ın kitabından aşırdığını (intihal) ilk kez 1981 yılında Uğur Mumcu yazmıştı. Sonradan öğreniyoruz ki, aslında aşırmayı ilk fark eden Korkut Boratav’mış ve Mumcu’ya bahsetmiş. Yaklaşık yirmi yıl sonra Hasan Yazıcı konuyu anımsatınca da Doğramacı Yazıcı’yı mahkemeye vermişti. Bütün ayrıntılar Yazıcı’nın Bir Aşırma (İntihal) kitabında anlatılıyor ama sonuçta Türkiye’de yargı süreci Yazıcı aleyhine sonuçlanmış ve tazminat ödemeye mahkûm olmuştu. Neyse ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı düzeltti de Türkiye’nin de bilim namusu bir miktar kurtarılmış oldu. Aslında Bir Aşırma (İntihal) kitabını el altında bulundurmakta yarar var çünkü Türk yargısı ve aydınlarının durumunu göstermesi açısından da önemli.
KÜNYE: -Bir Aşırma (İntihal). Hasan Yazıcı, İletişim, 2020. Etiket fiyatı 34 TL.
Yazıcı’nın avukatının sözleriyle, “Dava, Türkiye’de adalet sisteminin yavaşlığını göstermekle başlamış ve dava sürecinde adaletin nasıl nüfuz sahiplerince yönlendirilebildiğini ortaya koymuştur.” Elbette karşınızda Doğramacı gibi devletin, sermayenin ve ABD’nin kıymetlisi olursa işin zor olacağı öngörülebilir. Şöyle söyleyeyim, Spock’ın kitabı 1946, Doğramacı’nınki 1952 tarihliyken, davanın ortalarında mahkemeye Doğramacı’nın kitabının 1943 tarihli kapağı çıkar! Kitap yok ama kapak vardır! Hani, Spock Doğramacı’dan aşırmış gibi; belli ki sahte bir kapak üretilmiş. Mahkeme sırasında yeni bir etik suç işlenmesine karşın, yargıçlar ‘mahkemeyi yanıltmak’tan bile işlem yapmazlar ve sonuçta Yazıcı’yı tazminata mahkûm ederler!
Elbette bir de yargı-aydın arakesiti, bilirkişiler var. Hepsi de akademinin seçkin profesörleri. Örneğin Doğramacı ile aynı fakültenin aynı bölümünde çalışan bir bilirkişi, onu tanımadığını söyleyebiliyor. Burada aşırmayı görmek için sadece İngilizce bilmek yeterliyken, bilirkişilerin, “ABD’de de buna benzer örnekler var” diyerek Doğramacı’yı aklamaya çalışmaları tam bir komedi. ABD’de de ormanlar yanıyor diye Türkiye’de de orman yangınlarını olağanlaştırmak gibi bir şey.
Çetin Aşçıoğlu’nun dediği gibi “Kanayan bilirkişi yarasının esas sorumlusu iyi yetişmemiş yargıçtır”. Gerçekten de böyle, ben de bilirkişilik yaptım ve yargıçların bilirkişiden konu ile ilgili bilgi almak yerine, kararı bilirkişilere verdirmeye çalıştığını hayretle gördüm. Fethi Naci yıllar önce “Futbolumuz ne kadarsa, edebiyatımız da o kadar.” demişti; ona öykünmeyle, “Futbolumuz ne kadarsa aydınımız ve yargımız da o kadar.” demek yanlış olmasa gerek, hatta belki daha geri. Diyalektik bazen ürkütücü olabiliyor.
Doğramacı aşırması ne dünyada ne de Türkiye’deki en büyük aşırma değil ama üniversite sisteminin başındaki kişi böyle yaparsa, diğerleri ne yapmaz ki? İmam-cemaat ikilemi gibi. İşte bakın; ekteki örnekte sarı ile işaretlenen kısımlar doğrudan başka bir kaynaktan çevrilmiş. Kaynaklar hariç tutulursa neredeyse yüzde doksan civarında bir aşırma oranı! Orhan Bursalı, ilgili kişilerin daha önceki etik ihlallerini de göz önünde tutarak “Ayıp Oluyor Ama” başlıklı bir yazı bile yazmıştı(1). İşin olumlu yönü, yazı literatürden çekildi (ki bu akademide insanın başına gelebilecek en utanç verici durumdur) ve ilgili meslek örgütü “kınama” cezası verdi. Demek istediğim, Doğramacı vakasının üzerine Türkiye akademisi kararlılıkla gidip Yazıcı’yı yalnız bırakmasaydı bence bunlar olmazdı.
Kitapçılarda aşırma örneklerini sergileyen önemli bir kitap daha var: Ali Birinci’nin Tarihin Kara Kitabı. Birinci kendi alanından, tarih biliminden ciddi aşırma örnekleri veriyor. Ayrıca, derleme kitap hazırlayanların kitapların kapağında yazar olarak görünmesini de bu bağlamda ele alıyor. Ek olarak tanıdığımız bazı tarihçilerin resmen ellerinde hiçbir veri yokken uydurduğunu da anlatıyor. Ve Ali Fuat Başgil’in yaklaşık yarım yüzyıl önceki şöyle bir saptamasını aktarıyor: “Kendim de dâhil olduğum hâlde birer karış kalınlıktaki eserler ile öğünenlerimizin yaptığı Garp müelliflerinden çalınmış, ustalıklı birer kopyadan başka bir şey midir?” Bu sözler ve Birinci’nin verdiği örnekler Türkiye akademisinin durumu konusunda gerçekten insanı endişelendiriyor.
KÜNYE: Tarihin Kara Kitabı. Ali Birinci. Daha öce Hitabevi basmıştı. Kitapçılarda Kopernik Kitap baskısı var, etiket fiyatı 50 TL.
Evet, aşırma çok ciddi bir sorun ve suç ama bazı noktaların açığa kavuşturulması gerekiyor:
*Yüzde kaçın üzerine aşırma diyeceğiz? On? Otuz? Kırk? Ve elbette neden bu oran? Doğramacı olgusu, Birinci’nin anlattıkları veya ekte verdiğim örnekte tartışılacak bir yan yok ama ben daha düşük yoğunlukta olanlarda sınırın ne olması gerektiğinin gerçekten bilemiyorum.
*Herhangi bir cümleyi internette taradığımda aynısını ya da bir benzerini kesinlikle bulabiliyorum. Bu yazıyı hazırlarken bir köşe yazarının yazısındaki cümleleri tek tek taradım ve neredeyse tümünün çok benzerlerini buldum. Bence değil ama şimdi buna aşırma mı diyeceğiz?
*Çok bilinen sözlerin kaynağı gösterilmeli mi? Örneğin, “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün kaynağı verilmeli mi? Evet bu sözü herkes bilir ve kimse aşıramaz ama ya Türkçeyi yeni öğrenen biri okursa veya yabancı bir dile çevrilirse ne olacak? O zaman neyin aşırma olduğu okuyan kişiye göre değişir mi?
*Kimi yayınevleri, özellikle popüler anlatılarda metin içerisinde kaynak gösterilmesini istemiyor. Ben haklı da buluyorum çünkü bazen yoğun kaynak gösterimi veya dipnotlar gerçekten okumayı zorlaştırıyor. Böyle kitaplarda en sonda kaynakça konulması yetmez mi?
*Yazıcı’nın da belirttiği gibi bir kalemi aşırdığınızda aşırılan kişi kalemsiz kalır ama bir eserin bir parçası aşırıldığında aşıran kişi haksız kazanç sağlar ancak başkası bir şey kaybetmez. Bu durumda aşırma diğer akademik yolsuzluklara göre bağıl olarak daha düşük kalibreli bir suç değil midir? Şunu söylemek istiyorum, yapılmamış bir deneyin sonuçlarını yapılmış gibi yayınlamak, deney sonuçlarını değiştirerek yayınlamak veya tarihte bir olay uydurmak, kişileri ve dolayısıyla bilimi yanlış yönlendireceği için daha büyük bir suç değil midir? Aşırmayı ön plana çıkartmak bu suçların görülmesini engellemiyor mu? Yine aşırmanın ön planda olmasında mülkiyet kavramının rolü var mı?
Sanırım kişinin bu işi sürekli hale getirip getirmediği, yani niyeti bence göz önünde bulundurulması gereken önemli bir faktör. Örneğin, Mark Twain kimi konuşmalarının yer aldığı Şuursuz İntihal kitabında, başka bir kitabının ithaf bölümünü Oliver Holmes’un bir kitabından aşırdığının nasıl farkına vardığını anlatır. Twain, zamanında okuduğu bu ithaf yazısını beğenmiş, olasılıkla belleğine kazınmış ve yıllar sonra kendi kitabına yazdığı ithaf yazısı da Holmes’unkine çok benzemiş. Şuursuz İntihal dediği bu. Twain bunu kendisi açıklıyor ve özür diliyor. Gerek niyet gerekse alışkanlık açısından baktığınızda bence burada suç yok.
KÜNYE: Şuursuz İntihal. Mark Twain, Kırmızı Kedi, 2021, Çev.: Ceren Can Aydın. Etiket fiyatı 12 TL.
Açıkçası bu soruların tartışılmaya gereksinimi var yoksa ilerleme kaydetmek çok güç ancak Birinci’nin dediği gibi “Bir araştırmanın ilmi değeri hiçbir zaman ahlaki değerinden fazla olamaz.”
Araştırma etiğinin üzerinde çok fazla durulmayan bir yönü de Hayvan Deneyleri. Bu konuda bildiğim kadarıyla Türkçe ilk kitabı yazan Güven ve Kınıkoğlu, “Hayvanlar bizim için mi var?” sorusunu tartışıyorlar.
Gerçekten de tıp tarihine baktığınızda yapılan deneylerin çoğunun işkence sınıfına girdiğini söyleyebiliriz. Hayvan Deneyleri kitabı bunun sayısız örnekleriyle dolu: Vesalius’un (1514-1564) “Tıp adına en doğru bilgilerin ancak yaşayan bir bedenden çıkacağı” düşüncesi doğrultusunda canlı hayvanlar üzerinde sayısız deney gerçekleştirilmiş. Bunlar arasında köpeğin kalbini çıkartmak, maymunun kafasını yavaş yavaş kesmek, kedileri kaynar su içine atmak ve bu arada olan değişimleri gözlemek gibi deneyler var. 19. Yüzyılda Descartes’in “hayvan-makine” görüşüne uygun olarak hayvan deneyleri zirveye çıkar ve anestezi ancak deneyi yapan kişiyi korumak için, örneğin kedi tırmalamasın diye, yapılır. Günümüzde anestezi kullanılsa da iş çok yüksek boyutlara ulaşmış durumda. Örneğin, sadece 2016 yılında deneylerde kullanılan toplam omurgalı hayvan sayısı elli beş milyon civarındaymış. Gerisini siz düşünün.
KÜNYE: Hayvan Deneyleri. Yağmur Özgün Güven, Oğuzcan Kınıkoğlu, Yeni İnsan Yay., 2020.
Hayvanların da acı duyduğu en baştan beri bilindiğine göre, burada temeldeki düşüncenin onları daha aşağı bir tür olarak görmek olduğuaçık ve bu çok tehlikeli bir nokta çünkü aynı bakış açısını biraz ilerleterek başka ırklar, sosyal tabakalar ve korunmasızlar üzerinde de deney yapmayı rasyonalize etmek çok kolay. Zaten böyle deneylerin yapıldığını da biliyoruz.
Şimdi diyeceksiniz ki hayvan çalışmalarından elde edilen bilgiler sayesinde tıp bugünkü düzeyine geldi. Ben çok emin değilim ve acaba farklı yollarla bu bilgilere ulaşılamaz mıydı diye düşünmeden edemiyorum. Ha şunu da söylemeliyim ki, ben de çok hayvan deneyi yaptım. Bugünden geçmişe baktığımda önemli bir kısmını başka türlü yapabileceğimi görüyorum. Veya hiç yapmamış olsaydım dünya bilimi çok mu şey kaybetmiş olurdu? Öyle zamanlardan geçtik ki, bir doçent adayına hocasının “Dosyan güzel ama hiç hayvan deneyin yok, onu da tamamlayıp öyle sınava gir.” dediğini biliyorum. Dikkat edin mesaj şöyle: “Git biraz hayvan kes, konusu ve sonucu hiç önemli değil, jüri senin de suç ortağı olduğuna ikna olsun”.
Etik elbette çok daha geniş boyutlu ve her noktasına bu yazı içerisinde değinmem olası değil. Meraklısına Ayşe Erzan’ın editörlüğünü yaptığı, TÜBA yayınlarından Bilim Etiği El Kitabı’nı önerebilirim. TÜBA deyince telaşlanmayın hemen, kitabın yayın tarihi 2008; yani AKP operasyonundan önce. Kitap konuyu çeşitli boyutlarıyla derli toplu bir biçimde ele alıyor. Bence tek tartışmalı noktası “etik ihlallerin rapor edilmesi sorumluluğu”. İyi, güzel de nereye rapor edilecek? Üstteki ve bildiğimiz diğer örnekler sürecin rapor edenlerin aleyhine sürdüğü şeklinde. Bunu söylüyorum ama sadece bilinsin diye, kişisel düşüncem, her etik ihlal durumunda konu duyurulabilecek her yere duyurulmalı; gerisi artık onların namusuna kalmış.
KÜNYE: Bilim Etiği Elkitabı. Ayşe Erzan (ed). TÜBA Yay., 2008. Baskısı yok, bulması güç ama Akademi sitesinde pdf şekli var.
Kitapta ayrıca “Bilim insanlarının savaş ve şiddeti anlaşmazlıkların çözümü için kabul edilebilir bir yol olmaktan çıkartma konusunda ek bir sorumlulukları vardır” saptamasıyla savaş karşıtlığının bilim insanlığının özünde olduğu söyleniyor. Bu ülkede ‘Barış Bildirisi’ni imzalayanlara karşı devletin tavrını düşününce, neden AKP’nin TÜBA’ya operasyon yaptığını da çok iyi anlayabiliyorum; buna sessiz kalan üniversitedeki akademik ihlalleri de.
Bunca olumsuzluktan söz edince insanın gerçekten içi kararıyor. Ancak elbette bu iş temiz bir biçimde de yapılabilir. Örnekse, Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig.1933 yılında Nazilerin istedikleri bildiriyi imzalamayan bir zoolog Kosswig. Musevi ya da komünist olmamasına karşın kara listeye alınan ender bilim insanlarından biri(2). O yıl Türkiye gelir ve yıllar boyu bu ülkeye hizmet eder. “Bilim adamı olmak ve bilim adamı kalmak, kendi insanlığından utanmamak ileride çocuklarımın yüzüne bakabilmek uğruna ülkemi terk etmek zorundaydım” demiştir. İşte esas sorun bunları söyleyebilmek; Kosswig’in çalışmalarının hiç birisine bakmadan etik ihlal olmadığını söyleyebilirim. Tersine, yukarıdaki etik dışı eylemleri yapanların hiç birisinin bu sözleri söyleyemeyeceğine bahse girerim.
Ahlak bir bütündür, eklektizme uymaz.
KÜNYE: Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig. Ali Demirsoy. Kitapçılarda Palme ve Asi Yay., baskıları var. Etiket fiyatları 27,5 ve 20 TL.
(1)Orhan Bursalı. Ayıp oluyor ama. Cumhuriyet Bilim Teknik 998:3, 6 Mayıs 2006
(2)https://gazetemanifesto.com/2020/gercek-bir-bilim-insani-curt-kosswig-379557/
EK: Sarı ile işaretli kısımlar başka bir kaynaktan doğrudan çeviri. İşaretsiz kısımlarda da somut bilgiler verilmesine (örneğin “iyileşme oranı %8.7dir” gibi) karşın kaynak gösterilmemiş; bunların nereden aşırıldığı bulunamadı.